Fatih, batının geliştirdiği silah teknolojisini ellerinden aldı. Macar ustalara top döktürdü. Surları bu toplarla yıktı ve İstanbul’u kuşattı. Ekrem İmamoğlu, seçim propagandası gezisi sırasında camiye namaza gitti, Tayyip Erdoğan’dan daha uygun ses tonu ve Arapça harflerin hakkını vererek (tecvidli) Kur’an okudu. İstanbul’u aldı.

Geldik bugüne…

Kemal Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan’ın elindeki “benim başı örtülü bacım…” kozunu yaklaşan bu seçimlerde  “riyakar bir taassupla kullanılacağını” sezdi. Türban savunuculuğunu Tayip Erdoğan’ın elinden alacak kanun teklifi verdi. Tayyip Erdoğan da ertesi gün “türbanı anayasaya değişmez madde olarak koyalım” diye özetleyebileceğim karşı hamleyi yaptı. Böylece bizim ülkemizde kadının türbanı (halkın bulduğu deyimiyle sıkma baş) üzerinden dinin siyasi istismarı zirveye çıktı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun önderliğinde kurulan masanın 6 ayağı var. 6 ayağın 5’i türban savunuyordu, CHP’yi de kendilerine benzettiler.

Politika sefildi!

İyice fakir oldu!

Oysa Mustafa Kemal devrimleri ile Türkiye 100 yıl önce “kadın ve erkeklerin eşitlik içinde ilerleyeceği bir çağa” ışıklı kapı aralamıştı.

★★★

Yıllarca aynı gazetelerde birlikte çalıştığım gazeteci arkadaşım Faruk Türkoğlu, buluş yapmakta, bilimde, teknolojide, eğitimde neden geç kaldığımızı tarihi belgelere dayanarak anlatan “Neden Geç Kaldık. Nasıl Yetişiriz” adıyla 700 sayfalık bir kitap yazdı. Bu kitabın 178’ci sayfasında “Kadınların 244 yıl önceki Sırıklı Eylemini” de anlattı.

Yanlış anlaşılmasın.

Sarıklı değil.

Sırıklı protesto.

214 yıl önce 1808’de İstanbul’da derin bir ekonomik kriz patlamış darlıktan ve yokluktan en çok zararı kadınlar görür olmuştu. Dertlerini anlatmak için sokağa döküldüler. İstanbul Efendisi diye de çağırılan “Kadı”nın konağının kapısına dayandılar. Bir ellerinde uzun sırık, diğer ellerinde boş bakır sahanlar tutuyorlardı.  “Papaz herif sen böyle mükellef (gösterişli-ihtişamlı)  taam eylerken (yemek yerken) biz açlıktan ölüyor, bir ciğeri yirmi beş para ödeyerek almak zorunda kalıyoruz” diye bağırarak Efendi’nin üzerine yürüdüler. Efendi sofrayı bırakıp harem dairesinden kaçtı. Cuma günü olduğundan kadınlar bu kez Bayezid Camiine selamlığa giden Padişah’a arzuhal vermeye (dertlerini anlatmaya) yöneldiler, uçlarında mum ve ciğer asılı uzun sırıkları ellerinde taşıyarak; “Padişah Efendimiz uyan ve bizi düşün. Pahalılığa dayanamıyoruz, aç kaldık” diyerek seslerini duyurdular.

Padişah ise çaresizdi.

Yönettiği ülke:

Bilimi ıskalamıştı.

Teknolojiyi ıskalamıştı.

Eğitimi ıskalamıştı.

Borçsuz yaşayamaz olmuştu.

Yaşayamıyordu.

★★★

244 yıl önce türban siyasi simge olmamıştı, başı örtülü kadınlar padişah selamlığına dayanıp “aç kaldık” diye bağırabiliyorlardı. Bugün içlerinde türbanlıların da olduğu kadınlar Tayyip Erdoğan’ın yaptırdığı Sarayın kapsına gidip “açız” diye bağırsalar hepsini polis coptan geçirir.

244 yıl geçti.

Sağlam dindarlık gitti.

Türbanlı siyaset geldi.

Tam bu günlerde komşu ülkemizin kadınları siyah saç örgülerini kesip bayrak yaparak “saçını gösterdi diye kadın öldürme noktasına gelen İran’daki modelin taassup vazosunu” çatlattılar.

Kadınıyla erkeğiyle…

İsyan halindeler.

İran halkı bağnazlığa kılıç çekti ve “Zen… Zendegi… Azadi…” (Kadın-Hayat-Özgürlük) diye bağırıyorlar.

★★★

43 yıl oldu İran’ın bağnaz modeli “evrensel insana hitap eden bir din” geliştiremedi. Türkiye’nin türbancı bağnaz modeli de “yasaklardan ibaret bir din anlayışı” dayatarak 20 yılın sonunda yanmaz kefen satıcılarının alim, bilgin, hoca diye itibar gördüğü ekonomik krize batmış bir ülkeye dönüştü.

Atasözü var.

Şöyle diyor.

Taassup (bağnazlık) gelişme ve medenileşmeye manidir. Bir ülkede diyanet ne kadar memduhsa (övülmeye değerse) taassup o kadar mezmum (ayıplanmış) olur.