Aleviler konusu...

Başörtüsü konusu...

Tartışmalara katkı sunayım:

Atatürk gerçekçiydi; inançsız devlet istemedi.

Murat Bardakçı’nın deyişiyle “köylü İslam” ne yazık ki bunu hiç anlamak istemedi.

Prof. Yalçın Küçük tespitinde haklıydı; Türkiye’deki İslamcıların büyük çoğunluğu dini bilmekten uzak!

Devletin herhangi bir dini-mezhebi kendi inancı olarak ilan etmesi ya da herhangi bir dini-mezhebi ayrıcalıklı, teşvik edilen bir hale sokması o dinin mezhebin devlet dini olarak adlandırılması anlamına geliyor.

Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye, devlet-din ilişkisini Sünnilik üzerine inşa etti. Örneğin:

Elmalılı Hamdi ile 1926 yılında Kuran çevirisi için sözleşmeye şu madde kondu:

-“İtikatta ehlisünnet ve amelde Hanefi mezhebine bağlı kalınmak üzere ayetlerin ihtiva ettiği, dini şeri, hukuki, içtimai ve ahlaki hükümler açıklanacak.”

Atatürk kişisel olarak “ateist”, “deist” ya da inançlı diyebilirsiniz ama hakikat olan şu: Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Sünni devlet inşa etti. Hep yazıyorum; ABD ve Fransa’dan ayrılır bu konuda. Türk devleti, dini dışarıda bırakmadı, içselleştirdi.

Peki, neden Sünni devlet? Selçuklu’dan Osmanlı’ya sadece tarihsel süreç değil, Sünniliğin sistematik teoloji- hukuk kökeniyle kurumsallaşmış olması vs. bunda etkendi.

Atatürk “din devleti” anlayışının teorik temelini –hayranı olduğu- J.J. Rousseau’dan aldığını düşünebiliriz: “Toplumsal birliği bozan her şey kötüdür.”

Sadece teori değil, Atatürk pratikte de yaşadı: Dindeki şehitlik kavramı gibi. Uluğ İğdemiri’nin “Atatürk’ün Anafartalar Muharebelerine Ait Hatıralar” kitabı bu konuda önemli kaynaktır:

-“(Mehmetçik) Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılma yok. Okuma bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyor. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik misalidir.”

Rousseau, yurttaşa görevini sevdirecek bir dinin olmasının devlet için iyi olduğunu belirtti.

Atatürk’ü teori anlamında sadece Rousseau’un etkilendiğini düşünmek yanıltıcı olur. En uçtan örnek vereyim:

Atatürk, papaz iken ateist olan filozof Jean Meslier’in “Aklı Selim” (daha sonra adı “Sağduyu”) kitabını Abdullah Cevdet’e tercüme ettirdi. Meslier kitabın önsözünde, “dinlerin, kurnaz ve hokkabaz politikacıların halkı baskı altına almak ve kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmek için” kullanıldıklarını yazdı.

Atatürk’ün dinle “mesafeli” gözükmesinin/ laiklik anlayışının temelinde bu bakış açısı vardı:

-“Evet din, lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yanlız şu var ki din, Allah ile kul arasında bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler menfur kimselerdir. İşte biz bu vazifeye muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar masum halkımızı aldatmışlardır.”

Öte yandan:

Uygulamadaki bazı radikallikler “kimi Müslümanların yer altına inmesine” sebep oldu! Aklınıza sadece ortodoks tarikatlar- cemaatler gelmesin, Alevilik de saklandı. Böylece:

“Köylü İslam” doğdu. Diyanet bile buna yenik düştü.

Atatürk’ün ideali gerçekleşemedi. Ve:

Rousseau’nun dediği “toplumsal birliği bozan her şey kötüdür” anlayışı hayat buldu. Zamanla toplum, laikler ve anti laikler diye keskin çizgiyle bölündü.

Demem o ki:

Siyasi rant için değil; Alevi ve başörtüsü konusunu toplumsal barışı sağlamak için tartışmalıyız.