Platon, devletin birlikte yaşama zorunluluğundan doğduğunu söylemiş.

Aristo’ya göre devlet doğal bir oluşumdur.

Ancillon devletin dil, kültür gibi toplumsal ögelerden doğduğunu söylemiş.

Hobbes, devletin insanların birbirine karşı savaşını sonlandırmak için ortaya çıktığını savunmuş.

Rousseau, devleti şekillendiren şeyin toplumsal sözleşme olduğunu vurgulamış.

Hegel devletin etik, Cicero hukuk yanına dikkat çekmiş.

Yani tarih boyunca yüzlerce filozof ve siyaset bilimci kafa yormuş ve kendisine göre devlet tanımı yapmış.

Yüzyıllardır yapılan bu tanımların özeti şudur:

Devlet, vatan ya da ülke diyebileceğimiz bir coğrafyada yaşayan halkların bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde, siyasi iktidarlar altında örgütlenmeyle ortaya çıkan bir yapıdır.

★★★

Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında, yani bir asır önce kurulmuş.

Kurucu babalarımız, rejim olarak Cumhuriyeti seçmiş.

Cumhuriyetimizin tem özellikleri de toplumsal sözleşmemize, yani Anayasamıza şu şekilde yazılmış:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen bu madde, bireylerin devlete itaati, devletin bireylerine ve ülkeye karşı görev ve sorumluluklarını içeren çok net bir çerçevedir.

★★★

Hem bugüne kadar yapılan devlet tanımları, hem kendi toplumsal sözleşmemiz, yaşadığımız çevreyi, ormanları, denizleri, akarsuları korumayı devletin birincil görevi sayar.

Yani ormanların, derelerin korunması bireylerin ve milletin çıkarınadır ve devlet milletin çıkarlarını gözetmek zorundadır.

2023 yılında, Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlarken, ne yazık ki bu tanımlara hiçbir şekilde uymayan bir “Zümre devleti” formatıyla karşı karşıya kalmışız.

Milletin değil siyasi iktidar etrafında toplanmış bir zümrenin çıkarlarını korumak, bu uğurda çevre felaketlerinin önünü açmak, ne filozofların ve siyaset bilimcilerin tanımlarına uyuyor ne bizim toplumsal sözleşmemizin çizdiği çerçeveye.

★★★

Ankara’daki yetkililerle yaptığım görüşmelerden şu sonucu çıkardım:

Devlet resmen arazi olmuş.

Akbelen ormanlarını katleden LİMAK ve İÇTAŞ, eski Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarıyla yol alıyor.

Yeni raporlar almaları gerekirken, olumsuz çıkacağını bilerek buna gerek dahi duymuyorlar.

Enerji Bakanlığı şirketlere “İşinizi yapın, kimseyi dinlemeyin” diyerek yol vermiş.

Şirketler yandaş olunca Cumhurbaşkanı da Enerji Bakanlığı’nın arkasında durmuş.

Emir yüksek yerden olunca iki dal kesen köylüye dahi ceza yağdıran Orman Bakanlığı orman yok edenlere teslim olmuş.

Savcılar ve hakimler zaten uzun zamandır hukukun gücünü değil güçlünün hukukunu savunuyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı da Orman Bakanlığı’yla Enerji Bakanlığı’nın bir çözüm bulmasını bekliyor ve resen harekete geçemiyor.

★★★

Devlet silikleşip şirketler ve şahıslardan oluşan bir zümre belirleyici olunca, toplumsal sözleşmeymiş, yaşanabilir bir çevre hakkıymış, milletin talebiymiş hepsi havada kalıyor.

Milletin vergileriyle maaş alan devletin kolluk kuvvetleri, Anayasa gereği milletin talepleri doğrultusunda ormanı koruması gerekirken, iki şirketin çıkarlarını koruyor.

Korumakla da kalmıyor, direnen köylülere, millete saldırıyor.

Lafımı esirgemeyeceğim:

Madem saflar bu kadar netleşti.

Biz vergi verenler hakkımızı helal etmeyelim.

İkizköy’de görev yapan bütün jandarma ve polis, onlara emir veren müdürler, komutanlar, Muğla Valisi, Enerji ve Orman bakanları maaşlarını LİMAK ve İÇTAŞ’tan alsın.

Çünkü onlar artık milletin değil, LİMAK ve İÇTAŞ’ın jandarması, polisi, müdürü, komutanı ve bakanlarıdır.

Çünkü artık devlet milletin devleti değil LİMAK ve İÇTAŞ’ın devletidir.