Değerli okurlarım,

Dün size tv-100 muhabiri Gülnur Saydam’ın, memleketi Hatay’da, yakın akrabaları, sevdikleri enkaz altındayken, büyük acısına tuz basarak yaptığı canlı yayınları ve felaketin korkunç anlarından tespitlerini aktardım.

Bugün de değerli kardeşim Gülnur’un gözlemlerini paylaşıyorum.

★★★

“Canlı yayınlara çıktığımda ağlamamak için kendimi zor tutuyor, soğukkanlı davranmaya çalışıyordum. Yaşamadan nasıl bilebilirdim? Çok ağırmış bu yük meğer...

Koca kadim şehir yerle bir olmuş, enkaz vadisine dönmüştü. Arama kurtarma ekipleri hâlâ neden yoktular? Yayın üstüne yayın yaptık, yardım çağırdık. Günlerce bir saat bile uyumadan neyin çabasını vermiştim ben? Enkaz başında yakınlarına ulaşmak için arama-kurtarma ekiplerini bekleyen çaresiz insanlar, gecenin karanlığında iliklerine kadar donuyor ama umursamıyorlardı, yeter ki yardım gelsin diye...

★★★

Hatay’da elektrik ve su günlerce yoktu. O kadar çok enkaz vardı ki; anneannemin yaşadığı bina hangisiydi, onu bile bulamadım. Antakya-İskenderun arasında mekik dokuduk her gün ekiple.

Her sokaktan, her enkazdan canlı yayın yapmaya devam ettik. Zira gördüm ki bu iş umuda yolculuğa dönüşmüştü. Kamerayı mikrofonu görenler, sesimiz duyuluyor diye enkaz başlarında daha bir umutla bekliyordu. Yayınların hemen ardından depremzedeler, ellerinde kazma-küreklerle enkaz temizlemeye çalışıyor, yolda ekiplerin geldiğini hayal ediyorlardı. Geliyorlar deyip umut veriyordum hem kendime, hem de onlara. Acımız ortaktı çünkü...Artık ben onların kırmızı montlu kızları, kardeşleri, ablaları, arkadaşları olmuştum. Hemşehrileriydim. Kendi acımı bazen kenara koyup, onları teselli ettiğimi de hatırlıyorum. Ağladığımda hiç tanımadığım bir omuza başımı yaslayıp sakinleştiğimi de...

★★★

Koca bir gün daha geçti ve o bangır bangır reklam yapan GSM operatörleri, kulaklarını tıkayıp durdular adeta. Depremzedeler artık öfkelenmeye, daha da acı çekmeye başladılar.

Deprem değil atom bombası yıkmıştı sanki şehri, ama hâlâ arama kurtarma yetersizliği vardı.

Canlı yayınlara devam ediyor, takviye arama kurtarma ekipleri istiyordum.

Şebeke o kadar sorunluydu ki; sosyal medyadan gelen imdat mesajlarını görmem günler aldı! Acaba şebekenin çöküşü enkaz altında yaşama tutunmaya çalışan kişilerin de acı sonlarını getirmiş olabilir miydi? Belki iletişim kurulsa, en azından hangi odada olduklarını öğrenirdi yakınları, konumunu saptar ve kurtarabilirlerdi o kıymetli canları. Teknolojinin bu denli geliştiği çağda ilkelliği iliklerimize kadar yaşıyorduk.  Ve Hatay, her an biraz daha ölüyordu!..

★★★

Ben hayatımda böylesine bir acı böylesine bir çaresizlik yaşamadım. Binlerce yıllık medeniyetlere ev sahipliği yapan bu şehir, acımasız müteahhitlere, sorumsuz yetkililere yenik düşmüştü. Neredeydi onlar? O imzaları atanlar? Milyon dolarlık GSM şirketleri tarafından çaresiz bırakılmıştı Hatay...

Günler ilerliyor, enkazdan çıkarılan cenazeler yol kenarlarında bekletiliyor, bazen otostop çekilip hiç tanış olunmayan araçlara yükleniyordu. Motosiklet ile kucağında cenaze taşıyan da vardı, el arabasına iki cenazeyi üst üste koyup götüren de! Cenazeler beklemekten ne yazık ki kokmaya başlamıştı artık. Sahipsiz cenazeler üst üste atılmışlardı. Sanki artık kullanılmayan değersiz bir eşya gibiydiler... Can hangi ara bu kadar hiç olmuştu? Neden kaderimize terk ettiler bizi? İnsanın çaresizliği ve o çaresizlik içindeki sessizliği yürekleri yakmaya yetiyordu... Gördüğüm her manzara, diğerinden daha beterdi. Güzel şehrimizin güzel insanları, ellerimizden kayıp gidiyor hâlâ kurtarmaya gelen giden olmuyordu!.. Alev alev yandı analar, babalar, tüm ailesini kaybeden biçareler...Ne yazık ki, kimseler duymadı seslerini.

Cenaze başında nöbet tutan insanlar vardı kaybolmasın diye... Üzerine karton serilen bebekler... Cenazelerimizi sarmak için battaniye dilendi babam ağlayarak.

★★★

Bunca kabusun içinde daha ne kadar yıkılabilirim derken paramparça olduğum o an geldi. İlk cenazemize ulaştık; meleğim Aynur’uma. Abisi Kemal elleriyle kazmıştı enkazı günlerce. Ellerini başına koyup, diz çöktüğü o an, hayatım boyunca gözümün önünden gitmeyecek. Tek bir arama kurtarma ekibi yoktu enkazımızda. Oysa İskenderun’un en merkezi yerlerinden biriydi Mete Aslan Bulvarı. Yol da açıktı... Peki neredeydi yardım edecekler?..

Günlerce halatlar taşıdık, kürekler taşıdık, biz kendi cenazelerimizi kendimiz çıkardık! Bizim gibi yüzlerce insan kendi başlarının çaresine bakılmaya itildi çünkü. Oturup bekleyecek miydik? Hayır!

Sonra diğer yakın akrabalarımın cenazeleri peşi sıra çıkarıldı. Vefat sayısı her gecen saat ve gün artıyordu. Defnedip dönüyordum canlı yayınlara. Geride henüz çocuk yaştakiler vardı çıkarılmayı bekleyen, son bir umutla...

★★★

Ne hissettiğimi artık bilemiyordum. Tek hissettiğim, dermanı olmayan çaresizlikti. 

Ölüm yaşamın bir parçası... Ölümü kabul ediyor ancak ihmal yüzünden ölmüş olmalarına inanamıyordum. Medeniyetlerin beşiği, dinlerin kardeş olduğu Hatay’ın güzel halkı zaten doğuştan metanetliydi. Hoşgörü bizim kimliğimizdi elbet, ama çaresizce ölüme terk edilmeyi hak etmemiştik. Canımızı asıl yakan buydu.

Kendi ruh sağlığım için çok çabaladım. Zamanla öfkem artıyordu ama soğukkanlı kalmak için zorluyordum kendimi. Bir süre sonra birçok depremzedenin tutumunun da benzer olduğunu fark ettim.. Yandı, dağlandı, yıkıldı ama yine de metanetini korudu Hatay halkı. Yardım çığlıkları sessizdi ancak göğü delip geçiyordu feryadı!

★★★

72. saatte ilk kez asker gördüm. Koştum yanlarına. Sarılmak istedim o kadar çaresizdim, hepimiz o kadar çaresizdik ki. Sevdiklerimizi kurtaracaklardı. Ama yine sayıları çok azdı, hatta yok denecek kadardı. Dağılıp yardım etmeye başladılar, fakat yetişemiyorlardı her enkaza! Var olsun askerlerimiz yetersiz sayılarına rağmen o kadar çok canla başla çalıştılar ki o gencecik fidanlar. Umut oldular bize. Ama yine insan düşünmeden edemiyor... Peki neden bu kadar geç kaldılar? Neredeydiler? Gelseler mutlaka görürdüm. Çünkü hemen hemen her enkazda bir yakınım vardı ve hepsini gezmiştim. Yoktu asker!..

Ancak 4. günde Hatay’ın sesi duyuldu. Arama kurtarma, itfaiye ve ambulans ekipleri geldiler ama, yine sayı yeterli değildi! Çıldıracaktık artık.

Neyse artık iyice kalabalıklaşmıştı şehir. Ortalarda öylece dolaşan, video çeken sözde gönüllüler vardı. Ama yardım eden yüzlerce gönüllünün de haklarını yemeyelim. Var olsunlar, nefes oldular, bin teşekkür onlara. Tuvalet, gıda, barınma sorunu artık Hatay’ın bir diğer felaketiydi. O kadar çok sorun vardı ki.. Şehir açık tuvalete dönmüş, marketler ve dükkanlar yağmalanmaya başlanmıştı. Seyyar tuvalet lazım dememize rağmen seyyar mescitler caddelerde geziyordu. Enkazda çocuğu olan imam bile isyan etti yapmayın kardeşler tuvalet yok, su yok öncelik insan hayatını kurtarmak diye ağladı. Namaz yolda da kılınırmış öncelik tuvalet diyordu imam...

★★★

Her gecen saat daha da yıkıldık.

Köylere giren yağmacılar artık evlere saldırıyorlardı. Köylerden şehirdekilere haber geliyor, kadınlar çocuklar, elleri silahlı yağmacıların tacizinden korkuyordu. 

Çok sonra polis özel harekat bölgeye geldi ve yağmalamaları durdurmaya başladı.

Oysa Hatay’ın kalbi çoktan parçalanmıştı. Girilmeyen bakılmayan enkazlarla mı, yoksa şehri talan eden yabancı uyruklu yağmacılarla mı mücadele edecekti halk? Yağmalamaları durdurmak için bile geç kalınmıştı.

Atatürk’ün şahsi meselesi olan bu topraklar çok savaş, çok deprem gördü ama hiç bu kadar çaresizliği yaşamadı... Hiç bu kadar acı çekmedi! Hiç bu denli kaderine terk edilmedi! Herkesin birbirini tanıdığı, yakın akrabalıkların olduğu bu kadim şehirde nasıl olur da kimsesizler mezarlığı açılabilirdi! Küçücük şehirdik biz oysa... Her şey zoruma gidiyor, yüreğim yanıyordu!

Günler ilerliyor, canlı yayınlara devam ediyordum. Arama kurtarma ekiplerinin yetersiz olduğunu, ancak canla başla çalıştıklarını anlatıyordum. Ekipman sorunu yavaş da olsa çözülmeye başlanmıştı. Yurt dışından yabancı arama kurtarma ekipleri de gelmişlerdi. Hep birlikte koşturup duruyorduk.

Kendi yakınlarımı kurtaramadım ama binlerce yardım bekleyen insanların seslerini duyurmayı başardık ekipçe...

★★★

7. gün...

Bazı resmi arama kurtarma ekipleri ile gönüllü arama kurtarma ekipleri arasında kavgalar çıkmaya başladı... Hatta o güzel yürekli madenciler bile kavganın ortasında buldular kendilerini. Zaman zaman yabancı arama kurtarma timleri de tartıştılar yetkili kurtarma ekipleri ile. Şok üstüne şok yaşıyorduk. Dünyanın hiçbir afet bölgesinde böyle bir olay asla yaşanamaz!!! Kavganın sırası mıydı? Merak ettim; gönüllü arama kurtarma ekiplerine sebebini sordum; enkazdan canlı kişiyi çıkartma anında yetkili arama kurtarma ekiplerinin de dahil olup, o canlı kişiyi sanki kendileri kurtarmış gibi üstlenmek istediklerini söylediler. Gönüllüler kabul etmeyince de yetkili kurumdan gelenler
kavga etmeye başlıyormuş! Bunu birçok depremzedeye de doğrulattım.

Hâlâ yüzlerce sokağa girilmemiş, yüzlerce enkaza bakılmamıştı bile! Ama enkazdan canlı çıkarma kavgası yaşanıyordu. Ne acı bir durum!..

9. günde bile arama kurtarma sırası bekledik kuzenimle Antakya’da. Hâlâ ses duyarsanız çağırın diyordu ekipler. İnsan haykırarak bağırmak istiyor, bu kez büyük kıyamet kopsun istiyor. Artık çadır kentler çoğalmaya başlamıştı, sahra hastaneleri yaraları sarıyordu. Ancak o hastanelerin kurulduğundan hâlâ kimsenin haberi yoktu. Artık canlı yayınlarımı, depremzedelerin ihtiyaçlarını kolayca karşılayabileceği noktalara kaydırmıştım. Şu adreste sahra hastanesi var, şu adreste kıyafet yardımı, şu noktaya geldiğinizde mobil şarj aracı bulacaksınız diyerek bilgi vermeye başlamıştım. Yurt dışında yaşayan çok fazla gurbetçi hemşehrim var. Onlar yayınlarımı izliyor, bir şekilde yakınlarına ulaşıp temel ihtiyaçları için verdiğim adrese yönlendiriyorlardı.. Avrupa’dan çok fazla mesaj aldım. Artık görevimin önemli bir parçası da buydu. Hâlâ şebeke sorunu yaşayan, TV izleyemedikleri için yardımlardan haberi olmayanlara ses olmaktı... Yardımlar geliyor, ancak yerlerine ulaşmayınca israfa dönüşüyor hatta bozulan gıdalar sokaklarda kurtlanmaya başlıyordu. Hatay bu kez de salgın tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Sokaklar artık çöp kent olmuş, gelen gönüllüler de temizlemeden gitmişlerdi... 

★★★

Daha şaşıracağımız ne kaldı derken hep bir yenisi ekleniyordu. Şehir dışından derneklerin ve STK’ların getirdiği yardımlara bu kez de merkezi kurumlar tarafından el konulduğu bilgisi aldık. Yardım bekleyenler ise git gide perişanlık yaşıyordu.

Günler ilerliyor, artık cenazesine ulaşanlar, yavaş yavaş şehri terk etmeye başlıyorlardı. Ağlaya ağlaya gitti bu güzel şehrin güzel insanları!.. 

Bazı depremzedeler ise şehir dışındaki otellere yerleştirildi. Evleri yıkılan yakın akrabalarım da gitti. Ailemi de bir şekilde idareten bir yere yerleştirdik merkezdeki evimiz yaşanmayacak durumdaydı çünkü.

★★★

10. günde şehir iyice sessizleşti. Tenhalaşan sokaklar, havada enkazlardan yükselen toz bulutları, nefes almanın imkansız olduğu anlar...

Giden gitmişti, bize hayatlarını kaybedenleri defnetmek kaldı. Ve yine zaman ilerledikçe yaşam belirtisi umudu, yerini enkazdaki cenazeye ulaşmaya, sonra da tek bir uzvu bile olsa yıkıntılar arasında onu bulmaya bıraktı. Kayıp insan en ağırıymış meğer o gün anladım. Öldü mü? Hayatta mı? Kaçırıldı mı? Birisi kurtarıp sahiplendi mi? Kalbimize saplanan çok fazla soru, çok fazla çaresizlik! ‘Yeter ki öldüğünü bileyim’ cümlesini kurduk sıklıkla! Çünkü hâlâ enkaz altında binlerce insan vardı. Çocuk kaçırmalarına, organ mafyalarına, enkaz yağmacılarına karşı hiç tanımadığı enkazlarda nöbet tutanlar da gördüm... Nasıl bir çağdı bu?..

★★★

11. gün...

Bazı enkazlarda arama kurtarma devam ediyordu. Mucizelere tanıklık ettiğimiz anlar oluyordu... Ama daha çok ölüm sayısının yükselişine!..

Bir yandan da tarihi değeri nedeni ile girilmeyen çalışma yapılmayan yapılar da vardı.

Eski Antakya Evleri, Tarihi Çarşı, Habibi Neccar, Ulu Cami, Antakya Sinagogu, İskenderun Rum Ortodoks Kilisesi, Katolik Kilisesi depreme dayanamayıp yıkılan önemli tarihi ve kültürel miraslarımız. Gördüğüm anda koklayıp öpmek istediğim kıymetli enkaz parçaları... Ne yazık ki üzerine basmak zorunda kaldık farklı noktalara ulaşmak için. Tarihi taşlar yolları kapamıştı. Bir yarayı da bize işte bu paha biçilmez miraslarımızın yok oluşu açtı. Yıkılan tarihi gördükçe üzüntüden çok, öfke duyduğumu hatırlıyorum. Koca bir geçmiş artık sadece fotoğraflarda kalacaktı. O leziz Hatay yemekleri o tarihi hanlarda, tarihi kasaplarda tadılmayacaktı. Bu şehrin kadim özelliği yerle bir olmuştu. Söylenecek o kadar söz vardı ki...

★★★

11. güne geldiğimde ilk kez durdum. Artık göğsüme saplanan acıyla baş edemiyordum...  Neresinden tutsak, elimizde kalıyordu çaresizliğimiz... Ben hangi acıyı yaşıyordum? Akrabalarımın, dostlarımın kaybı, hiç tanımadığım insanların enkaz başlarında yükselen yürek yakan sesleri, yol kenarlarında bekleyen cenazeler, hâlâ girilmemiş enkazların başında nöbet tutup yardım isteyenler, köylerde telef olan hayvanlar, kayıp evcil hayvanlar, şehri yağmalayan yabancı uyruklu kişiler, şehri terk etmek zorunda kalan gözü yaşlı Hataylılar, felaketi sosyal medya sirkine çevirenler... Ve daha da vahimi bunca kahreden manzarada kendi ideolojileri uğruna kavga eden siyasiler... Hatay halkını deprem değil, en çok da yozlaşmış, hatta hiçleşmiş insanlık yıktı...

Yaşadıklarım, tanık olduklarım, iliklerime kadar çaresizliğimle kalbimi sıkıştırıp patlatmak üzereydi. Yuttuğum kelimelerin yumrusu göğsümü çok ağrıtıyordu artık. Dayanamıyordum. Evet afetti yaşadığımız ama savaştan farksızdı. Oysa savaşın bile bir adabı yazılmamış yasaları vardı!..

Karar verdim artık geride duracak, yasımı tutacaktım. 11. gün haber nöbetimi devrettim. Antakya’dan İskenderun’a dönerken ne ben eski bendim, ne de bu kent..

Hiçbir zaman da olmayacaktık...

Ama yine de küllerimizden doğup yeniden bir arada olacağız.

Geri döneceğiz Hatay, bekle bizi...”

★★★

Evet değerli okurlarım;

Gülnur, korların dağladığı yüreğindeki yaraları unutarak, hem enkaz altında kurtarılmayı bekleyen yakınları, hem de hiç tanımadığı canlar için mahşer yerinden günlerce habercilik yaptı.

Enkaz başında bekleşenlerin umudu oldu. Arama-kurtarma ekiplerine Hatay’ın kahredici unutulmuşluğunu duyurdu. Geciken arama-kurtarma faaliyetleri nedeniyle en sevdiklerinin gözünün önünde yitip gitmelerine tanıklık etti.

Ama yıkılmadı, dayandı.

Kameranın önünde durdu.

Ta ki canlı sevgisiyle dolu o hassas yüreği ‘Artık yeter’ deyinceye kadar.

Başın sağolsun kardeşim, ulusumuzun başı sağolsun.

Kahramanları olmayan ulusların geleceği olamaz.

Sen felaket günlerinde nasıl habercilik yapılacağını tüm dünyaya gösteren büyük kahramanımız oldun.

NOT: Yanlış anlaşılma olmasın; Gülnur’un annesi enkaz altında değildi, yıkılmak üzere olan bir binada sıkışıp kalmış ve oradan kurtarılmıştı.

-Bitti-