Koronavirüs salgını varken onun dediği yere gidip güzel bir hafta sonu geçirmek çok iyi olurdu. İstanbul’a çok yakın bir köyden söz ediyordu Berkecan. Ailecek daha önce gitmiş ve hayran olmuşlardı. “Tertemiz hava, bol bol oksijen, mis gibi kokan, rengarenk çiçekler, yemyeşil çayırlar, suyu pırıl pırıl yavaşça akan bir dere, koskoca ağaçlar ve ağaçların altında yemeğimizi yiyip biralarımızı içiyoruz” diye anlatırken ağzım açık dinlediğimi görünce “Hadi bu pazar eşini al, ben de eşimle oğlumu alayım, gidip güzel bir hafta sonu geçirelim” dediğinde hiç direnmedim. SAĞLIKLI BİR GÜN... O pazar Berkecan’ın arabasıyla erkenden yola çıktık. Ben arkadaşımın yanına oturdum, onun oğlu ve kadınlar da arkaya geçti. Güneşli bir bahar sabahı keyifli yolculuğumuz başladı. Arka koltuktaki eşlerimizin sabah mahmurluğu sürdüğü için pek sesleri çıkmıyordu ama Berkecan’ın çenesi açılmıştı. “Harika bir iş yaptık Eray” dedi bana, “Şu korona belası varken hiç olmazsa tertemiz bir alanda sağlıklı bir gün geçiricez…” Haklıydı. Korona salgını sürerken insanlardan uzak durmak, kent yaşamının dışına kaçmak çok akıllıca bir davranıştı. Sevindim ve “Ezgi’cim, sanırım çok güzel bir gün geçiricez, ne dersin?..” diye arkada oturan karıma seslendim. O da beni bayağı seslice esneyerek onayladı. Karımın anlamsızca bir ses çıkardığını duyup gören Berkecan’ın karısı benimle konuşma gereği duymuş olmalı ki, “Eray Bey orada o kadar çok ağaç var ki, her taraf ağaç dolu” gibi abukça bir laf etti. Ben de laf olsun diye, sırıtarak “Demek ki çok ağaçlı bir yer” diye konuşmaya hazırlanırken annesinin yanında oturan Berkecan’ın oğlu, isteklerini üç kez yinelemezse büyükler anlamaz diye düşünen pek çok çocuk gibi “Baba top oynar mıyız, baba top oynar mıyız, baba top oynar mıyız?..” diye avaz avaz bağırdı. Ben, Berkecan elleri direksiyonda ayağı gazdayken lap diye geriye dönüp, oğluna bir tane patlatacak, sanırken o aynı pozda arkaya dönerek ve sırıtarak oğluyla konuşmaya başladı. Ayrıntılı açıklamalarda bulunmaya başladı; “Tabii oynarız, taşlardan kale yaparız, ben kaleci olurum, sen de bana penaltı atarsın, şöyle gerilip gerilip şutu çekince…” derken, karısı “Önüne döön!..” diye bağırıp Berkecan’ın kafasına bir şaplak indirdi. O anda da koskoca bir kamyon bizi sıyırarak yanımızdan geçti. Ben üstümüze gelen kamyonu görmüştüm ama dilim tutulmuştu, istem dışı ağzım sıkı sıkıya kapanmış, gözlerim kocaman kocaman açılmıştı. Koronadan kaçalım derken kamyondan gidecektik öbür tarafa!.. YEME BİZİ BABA! Bir müddet hiç kimse konuşmadı. Ben zaten istesem de konuşamazdım. Korkudan dili tutuldu, dedikleri durum sanırım buydu. Az sonra eşim konuştu ve Berkecan’a “Sen bizi öldürmeden o köye götürebilecek misin, hıyar?..” diyemeyeceği için, “Ay, daha gidecek miyiz?” dedi, sıkıntılı bir biçimde. Berkecan’ın eşi de “Ay, evet yaani” diye eşimin sıkıntısını paylaştığını belirtti ve kocasına yanıtı zor bir soru sordu; “Berkecan geçen sefer daha çabuk gelmemiş miydik, bu gün niye yol uzadı?..” dedi. Berkecan’ın o anda aklından neler geçtiğini elbette bilmiyorum ama ben olsam kesinlikle ‘Yola on kilometre daha eklemişler karıcığım’’ derdim. Oysa, yine gülümsedi Berkecan, kibar çocuk ne de olsa; “Geldik sayılır hayatım, beş dakika sonra oradayız” dedi. Berkecan’ın oğlu birden “Baba yaa, yeme bizi!..” diye bağırınca, annesi onu azarladı; “Babanla doğru konuş, biz yemek miyiz, yemekler bagajda, biz insanız..” diye gerçeği açıkladı oğlan da “Okey” diyerek sustu. Bu sefer de eşim konuştu; “Gerçekten az mı kaldı yoksa daha gidecek miyiz?..” diyerek, her yolculukta kullanılmaktan iyi aşınmış bir soruyu yineledi. “Yok, yok az kaldı” dedi Berkecan. Sonra da “Ağaçları, çiçekleri, çayırları görünce bayılacaksınız. Yok böyle bir köy!..” diyerek sırıttı.… Gerçekten de daha köye yaklaşırken sanki doğa bir değişime uğramış, her yanı yeşillikler, papatyalar, adını bilmediğim rengarenk çiçekler sarmıştı. Çayırların arasından pırıl pırıl bir dere akıyor, derenin kenarındaki ağaçların dibinde koyunlar otluyordu. Yola çıktığımızdan beri eşimin ilk kez mutlu olduğunu duydum. Şöyle konuştu çünkü, “Bütün hafta ofiste bunaldıktan sonra iyi ki, böyle bir yere geldik, sağol Berkecan” dedi. UYANIKLARA HOŞ GELDİNİZ Berkecan’ın yanıtlamasını beklemeden de ekledi; “Eray’a kalsa pazar günü asla evden çıkmayız. Çok uyuşuktur. Poposunu kıpırdatmaz, minder gibi yayılır.” Berkecan’ın eşi de benimkini onayladı, “Bizimki de öyle, kırk yılda bir benim zorumla çıkar. Pazar günleri dinlenmeliymiş beyefendi. Sanki ben çalışmıyorum, hıh!.. Şekerim, üstelik aynı plazadayız. Ay, bu erkekler var ya...” “E-eveet!..” diye bağıran direksiyondaki Berkecan’ın sesi arkadakileri susturdu. Berkecan frene basıp arabayı yavaşlattı, durdurdu ve eliyle dışarısını göstererek konuştu; “İşte Uyanıklar!..” Baktım, yolda üç tane delikanlı duruyor. Eğildim, kulağına Berkecan’ın “Niye onlara öyle dedin?..” “Onlara demedim yahu, ben köyün adını söyledim. Bak şu tabelaya.” Baktım, gençlerin yanında durduğu tabelada “Uyanıklara Hoş geldiniz” yazıyordu. Berkecan “Burası gördüğünüz gibi bol ağaçlı, çiçekli nefis bir piknik yapılacak köy’ derken tabelanın yanındaki köyün gençleri bizim arabanın yanına geldi ve camı açan Berkecan’a bir tanesi; “Hoş geldiniz ama abi, köye girmek yasak, muhtar bizi buraya dikti, misafir almıyoruz” dedi, kibarca.… Berkecan, “Niye peki?” deyince, öteki delikanlı konuştu; “Korona var ya abi, o yüzden. Muhtar, köyden olmayanları almayın, dedi.” VİRÜS DE BURADA! Hepimiz bir anda fısıldaşıp muhtarın aldığı bu önlemin yerinde olduğuna karar verdik. Berkecan da gençlere gülümseyerek “Muhtarınızı kutluyoruz, çok doğru bir karar vermiş, demek hiç kimse köye girmeyecek” dedi ve arabayı çalıştırırken üçüncü genç cama sokuldu, “Hiç kimse değil abi, bizim köyden sabahları İstanbul’a çalışmaya gidenler akşam dönüp köye geliyorlar tabii!!!” Birinci delikanlı da arkadaşını onayladı; “Dönüp gelecek tabii, herifin evi burada, tarlası burada, ailesi burada.” Birden Berkecan’ın kolunu dürtüp haykırdım, “Öyleyse her gün İstanbul’a gidip akşam köye dönenlerin taşıdığı virüs de burada!.. Dön çabuk arkadaşım, dön çabuk!..” Berkecan, gençlere el sallayıp arabayı geldiğimiz yöne çevirdi ve ‘UYANIKLAR’dan hızla uzaklaştık.… Herkes gerilmiş ve susmuştu. Birden Berkecan’ın oğlu gülerek konuşmaya başladı; “Baba yaa, Uyanıklar’ın muhtarı köyüne karışıyor ama İstanbul’daki, Türkiye’deki uyanıklara kim karışıyor?...’’ Hiçbirimiz bir şey anlatmamıştık. Berkecan sordu: “Kimmiş o uyanıklar?...’’ Oğlan yine kıkırdayarak konuştu: “Yaa, baba, maske takmadan ortalıkta gezen, yan yana oturan, salgını sallamayan uyanıklar. Onların yüzünden bu hastalık nah geçer!...’’ PAZARLARI EVDE OTURUN Annesi kızarak bağırdı, “Terbiyesiz, düzgün konuş!...’’ Ben de dayanamadım “Bırak konuşsun’’ dedim. “Hatta iyiye gidiyoruz, başardık, hastalığı yendik gibi laflar ederek bu uyanık geçinenlerin ortalığa doluşmasına neden olanları da konuşsun!...’’ dedim. Direksiyondaki Berkecan “Çok haklısın be!...’’ diyerek bana sarılmak istedi ve kaldırıma çıktık!... Çamurluk ezildi, bir far kırıldı, ama kimseye bir şey olmadı. En iyisi pazar günü evde oturmak; zaten dışarısı “Bir şey olmaz’’ diyen uyanıklarla dolu... İllüstrasyon: Hicabi DEMİRCİ