Geçen pazar günkü yazımda, kemer sıkmadan enflasyonu düşürmek mümkündür hipotezini irdelemiştim. Bunun için iki ayaklı bir politika önermiştim. Politikanın birinci ayağı, teşviklerin münhasıran net ihracatı artıracak girişimlere verilmesiydi. Bu anlaşılması kolay, teknik bir öneriydi. İkinci önerim ülke çapında bir “tutumluluk seferberliği” ilan edilmesiydi. İşin zor yanı buydu. İlham kaynağım çocukluk yıllarında kutladığımız “Tutum Haftası”ydı. Erken cumhuriyet döneminin tutumluluktan kastın bir yerde “ithalatı azaltmak” olduğu “yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı” tekerlemesinden kolayca anlaşılıyor. Her dönemin şartları ve uygulamaları aynı değildir. Ama işin esası değişmez. Türkiye’deki yapışkan enflasyon, bir “devalüasyon-enflasyon” sarmalıdır. Umarım bunu herkes anlamıştır. Devalüasyon (TL’nin değer kaybetmesi) denen şey, dış açıktan kaynaklanmaktadır. Kısaca doların (dövizin) arzı az, talebi çoktur. Talebin önemli bir bölümü de spekülatiftir. Halkın tasarruf aleti olarak dövizli varlıkları tercih etmesinden doğmaktadır. Sermaye hareketleri serbestliği kısıtlanamadığı için bu tür döviz talebini durdurmak için Kur Korumalı Mevduat (KKM) ihdas edilmiştir. KKM’nin kurda sağladığı nispi istikrar, cari açık kapanmadığı için geçici olmuştur. Şimdi enflasyon, enflasyon doğurmaktadır.

FAİZ VE KUR

Türkiye’nin geleneksel para politikası “yüksek faiz-düşük kur” dur. Devrimci para politikası da bunun tersi yani “düşük faiz-yüksek kur” olur. Yukarıdaki paragrafta bizde enflasyonun, ekonominin ısınmasından değil, esas olarak döviz fiyatının (kurun) yükselmesinden doğduğu belirtilmişti. Mantıken enflasyonu dizginlemek için kurun düşmesi ya da yavaş artması gerekir. Öyleyse enflasyonu düşürmenin yolu faizi artırmaktır. Nitekim “Nas Fırtınası” dönemi hariç, hep bu politikayı uygulanmıştır. Parası döviz olan ülkelerde faizi artırmanın amacı, öncelikle yatırım harcamalarını ve bu yolla toplam talebi kısmaktır.  (İktisatta bu ilişki çarpan-çoğaltan çemberiyle açıklanır.) Gerçi o ülkelerde de faiz artışı yabancı portföy yatırımlarını ülkeye çekerek ulusal paranın değerlenmesine, dolayısıyla da ithalatın ucuzlamasına yarar. Böylece enflasyonun inmesi kolaylaşır. Bu konunun şampiyonu ABD’dir.

BORÇ DÖVİZLE SAĞLANAN FİYAT İSTİKRARI SÜRDÜRÜLEMİYOR

İktisat, hesap değil bir muhasebedir. Alınan her kararın bir faydası ve mutlaka bir de maliyeti vardır. Daha da önemlisi fayda genellikle kısa vadede, mahsurlar ise orta ve uzun vadede ortaya çıkar. Geleneksel iktisat politikamız “cari açığı kapmak değil, onu dış borçla finanse etmektir”. Böylece yetersiz döviz arzı yeterli düzeye getirilerek döviz kurunda istikrar sağlanır. Döviz fiyatı istikrara kavuşunca da fiyat istikrarını tesis etmek kolaylaşır. Ne var ki; taşıma dövizle sağlanan döviz dengesi, TL’nin aşırı değerlenmesine bu da cari açığın büyümesine sebep olur. Bunu TL’nin değer kaybı, onu da yükselen enflasyon izler. Nas ile enflasyon patladığında görevde olan talihsiz Maliye Bakanı Nurettin Nebati Yeni Ekonomi Programı (YEP) sunarken “cari açığı finanse etmeye değil kapamaya” öncelik verileceğini söylemişti. Bunu yapmak için de “piyasalara müdahaleci” heterodoks bir iktisat politikası izlemek gerekiyordu. Her müdahale, kaçınılmaz olarak yeni müdahalelere yol açtı. İpin ucu kaçtı ve deneme başarısızlıkla sonuçlandı. Başkan Erdoğan pes etti. Şimşek geldi geleneksel (ortodoks) politikalara dönüldü. Demek ki, aynı filmi tekrar seyredeceğiz.

Son Söz: Hep böyle oluyorsa, başka türlü olamadığındandır.