Doğma büyüme İzmirli, Kınıklı, çiftçi bir ailenin çocuğuydu. Bir yandan okudu, bir yandan domates-mısır tarlalarında çalıştı, meslek lisesi muhasebe bölümünden mezun oldu. İş yok. Çiftçilik ölmüş. Ne yapsın? Soma’ya gitti, madene girdi. Yedi sene çalıştı. Haftasonu tatili yok, bayram tatili yok, yılbaşı tatili yok, bana mısın demedi, çalıştı.

*

Günlerden bir gün göçük oldu, bir işçi altında kaldı. Herkes kaçtı. Ölümden değil... Şahit yazılmaktan kaçtılar. O kaçmadı. Elleriyle kazdı kömür yığınını, kazdı kazdı, dört saat sonra mesai arkadaşını çıkardı ama, iş işten geçmişti tabii, çoktan vefat etmişti. Sırtladı cenazeyi, dışarı taşıdı.

*

Yarım saat geçti geçmedi, müdür çağırdı. “Dışarı çıkardığımda yaşıyordu, sonrasını bilmiyorum diyeceksin” dedi. İşçinin göçük altında can vermesiyle, ambulansta can vermesi arasında hukuki açıdan dağlar kadar fark vardı. Madenin müdürü yalancı şahitlik yapmasını istiyordu, suçu patronun üzerinden atmaya çalışıyordu.

*

Bizimki, okulunu okuduğu muhasebeciliği hiç yapmamıştı ama, vicdan muhasebesini hakkıyla yaptı. Çıktı savcının önüne, takır takır yaşadıklarını anlattı, “göçük oldu, emniyetçi bacada çay içiyordu, tahkimat yoktu, arkadaşımız göz göre göre gitti” dedi.

*

Şak, işten atıldı.
Tazminatsız atıldı.
Kazanılmış hakları verilmedi.

*

Hayatını kaybeden işçinin eşine 100 bin lira sus parası verdiler, kadın sustu, davacı olmadı, ölen işçi öldüğüyle kaldı.

*

Yazıklar olsun böyle insanlığa dedi, Aliağa’ya gitti, ekmek parası için gemi sökümde çalışmaya başladı. İki sene çalıştı. Gene ne tatil, ne bayram, iki sene boyunca bir gün olsun Kınık’a gidemedi. Annesi başının etini yiyordu, yaşın geldi, evlen artık diyordu. Neticede peki dedi. Evlenecekti. Ama... Aliağa’da çalışırken 20 işçiyle beraber koğuştan bozma barakada kalıyorlardı, kazandığı parayla ev kiralaması imkansızdı, evlenip yuva kurmak için Kınık’a geri dönmek zorundaydı. Mecburen Kınık’a döndü. İş yok. Çiftçilik öleli zaten seneler olmuş. Tek çare var, madene girmek... Mecburen gene Soma’ya gitti, mecburen gene madene girdi. Kınık-Soma arasında servisle gidip geliyordu. İki sene çalıştı. Tatil yok, bayram yok, yılbaşı yok, bana mısın demedi, çalıştı.

*

Eşi hamileydi. Doğum 10 gün gecikmişti, sezaryen gerekiyordu. Müdürün kapısını çaldı, hayatında ilk defa, bir gün izin aldı.

*

Bergama devlet hastanesine gittiler. Eşi doğuma alınırken, cep telefonu çaldı. Madende yangın çıkmıştı.

*

Eşini orada bıraktı, apar topar Soma’ya döndü, gözünü karartıp ocağa ilk dalanlardandı. 200 kadar arkadaşının cenazesini çıkardı. Arama çalışmaları bitene kadar eşinin yanına dönemedi. Tekrar Bergama devlet hastanesine geldiğinde, kızı Cemre dört günlük olmuştu.

*

Hayatında ilk defa bir günlüğüne izin almış, 301 arkadaşını kaybettiği katliamdan, kızı sayesinde kurtulmuştu. Kader adı verilen tesadüfler silsilesi, hem bir evlat bağışlamıştı, hem de kendi canını bağışlamıştı.

*

Ve o kader... Omuzlarına gene aynı vicdani sorumluluğu yüklemişti. Çıkıp doğruları anlatmalıydı. Ölenler öldüğüyle kalmamalıydı. Herkes kaçarken, herkes susarken, sadece o çıktı televizyonlara... Halk tv’den ntv’ye ulusal’dan kanal d’ye, hepsine konuştu, olan biteni duyurabildiği kadar çok insana duyurmaya gayret etti. İşverenin ihmallerini, teftişlerin rezaletini, sendikanın kepazeliğini, madencilerin çaresizliğini haykırdı, tane tane anlattı.

*

Şak, işten atıldı.
Tazminatsız atıldı.
Kazanılmış hakları verilmedi.

*

Üstelik... Haklarını alabilmek için protesto gösterisine katıldı diye, altı sene hapis istemiyle dava açıldı.

*

Taziyeye gelip cenaze sahiplerini yumruklayan, yerlerde tekmeleten Tayyip Erdoğan zihniyeti... Sesini kesmeyip, gerçekleri anlatan madencinin hapse tıkılmasını istiyordu.

*

Bu namuslu madenci...
Sefa Köken.

*

“Patronun adamı” olabilirdi.
“Sendika ağası” olabilirdi.
“Dayıbaşı” olabilirdi.
Elinin tersiyle itti...
“İnsan” olmayı tercih etti.

*

Halbuki... Bir işçi hayatını kaybettiğinde ona kulak verilseydi, 301 işçi hayatını kaybetmeyecekti.

*

Katliamdan beri, iki senedir işsiz Sefa... Herkesi işe geri çağırdılar, onu almadılar. Hatta, onunla birlikte Kınıklıları da cezalandırıyorlar. Kınık’tan iş başvurusu yapanlara açık açık “sizi Sefa Köken yüzünden işe alamıyoruz” diyorlar. Doğup büyüdüğü yerde hedef haline getiriyorlar. Kınık’ta hiç kimse ona selam vermesin, taşınsın gitsin diye ahaliye baskı yapıyorlar. Sefa’nın ailesinden olan, Köken soyadını taşıyanları bile işe almıyorlar. Kardeşlerini “sen Sefa’nın kardeşisin” diyerek, reddediyorlar. Kendi ailesinden bile dışlansın istiyorlar. İki senedir yargılanıyor. Mahkemeye gelip, Sefa’yı suçlayan tanıklar kimler biliyor musunuz? Polisler... Ortada suç olmadığı için, tanık bulamadılar, polisleri tanık diye duruşmaya getiriyorlar. Polisler Sefa’yı tanımıyor, Sefa polisleri tanımıyor ama, Sefa sanık, polisler tanık... Protesto gösterisine katılıp, haklarımızı vermiyorlar dediği için “halkı kışkırtma” suçundan (!) altı sene hapsi isteniyor.

*

Ne yapsın Sefa?

*

Önceki gün gene duruşması vardı, verdi ifadesini, çıktı adliyeden, üç cümlelik pankart hazırladı. “Sadece iş ve ekmek istiyoruz, ekmeğimize ve geleceğimize dokunmayın, iş yoksa yaşam da yok” yazdı o pankarta... Sonra giydi madenci kıyafetlerini, kazmasını eline aldı, Soma mezarlığına gitti. Katliamda hayatını kaybeden arkadaşlarının yanına, kendisi için “302’nci mezar”ı kazacaktı. Gerçekleri söylediği için “yaşayan ölü” haline getirilmişti. Sesini duyurabilmek için bu sembolik cenaze töreninden başka çare bulamamıştı.

*

Bir de ne görsün... Soma jandarmasının neredeyse tamamı oradaydı. Subaylar, astsubaylar, erler, hepsi Sefa’yı bekliyordu.

*

Çünkü, canlı bombaları bile takip etmeyen sayın devletimiz, Sefa’yı ruh gibi takip ediyordu, jandarma marifetiyle önlem almıştı.

*

Kovdular ordan Sefa’yı.
İttir kaktır, dışarı çıkardılar.

*

Ve, bu cuma 13 mayıs.
Katliamın yıldönümü.
İki sene geçti.
Kafa hâlâ aynı kafa.

*

Eğer doğruları söylüyorsan...
Yerüstünde de.
Yeraltında da.
Mezarda da.
Sembolik olarak bile yatacak yerin yok bu topraklarda.