Bir balık türünü kaybetmek bir şehrin tarihini kaybetmek anlamına gelebilir mi? Söz konusu İstanbul olduğunda kayıp çok fazla şey var ve böyle devam ederse lüfer de bunlardan biri olacak. Üstelik lüferin bitmesi sadece bir balık türünün yok olmasını ifade etmeyecek. Belki de çok sevdiğimiz bir şehre dair bir umudu da yitirmiş olacağız.





Lüfer, yüzyıllar boyunca İstanbul denilince akla gelen ilk simgelerden biriydi. Atlas Okyanusu'ndan Karadeniz'e birçok farklı coğrafyada yaşasa da eskilerin deyimiyle en çok boğaza yakışırdı. Bu şehrin insanları ona tam altı isim verdi. Büyüdükçe adı değişti. Defne yaprağıydı, sarıkanat oldu. Sırasıyla çinakop, lüfer, kofana ve sırtıkara oldu.

1950'li yıllardan itibaren hızla gelişen endüstriyel balıkçılık, boğazı bambaşka bir noktaya getirdi. Yanlış balıkçılık politikaları, sürekli artan av baskısı ve yasa dışı avcılık her geçen gün lüferi İstanbul’dan uzaklaştırdı. Artun Ünsal'ın deyimiyle "boğazın efendisi" olan Lüfer, bu şehrin sularını terk ediyor. Sorunun temelinde ise her zaman olduğu gibi insan var. 'Boğaziçi Medeniyeti'ne kendi adıyla bir dönem armağan eden, sadrazamları ve padişahları bile peşinden sürükleyen bu eşsiz balık, şimdilerde bir hayatta kalma mücadelesinin kahramanı.

İletişim Bilimci Prof. Dr. Nurdoğan Rigel, ana bilim dalı su ürünleri olan kardeşi Dr. Cem Erkebay'la birlikte lüfer balığı üzerinde akademik çalışmalar yapmışlardı. Sozcu.com.tr'ye konuşan Rigel, lüfer balığının İstanbul kültüründeki yerini ve önemini anlattı. Rigel, İstanbullular olarak denize sırtımızı döndüğümüzü söylüyor. 50 yıldır İstanbul'da balıkçılık yapan İlyas Torlak ise konuyu balıkçılık açısından değerlendirdi. "Moritanya'yı bile bitirdik" diyen Torlak, "Babalarımız lüfer balığına ağ atmazdı" diyor. İki ismin görüşlerinden önce lüfer balığının İstanbul tarihindeki yerine odaklanıyoruz.



“İSTANBUL’DAKİ BOLLUK DÜNYANIN HİÇBİR KENTİNDE YOKTU”

Lüfersiz bir İstanbul’un ne anlama geleceğini anlamak için önce lüferin İstanbul tarihindeki yerine bakmak gerekiyor. Lüferin, Karadeniz, Marmara ve Ege hattında yaptığı yolculukların tarihi, binlerce yıl öncesine kadar uzanıyor. Osmanlı dönemini anlatan yazılı kaynaklar, İstanbul’un 'Boğaziçi Medeniyeti' döneminde tüm liman kentlerinden daha çok balığa ev sahipliği saptığını gösteriyor.

Aynı zamanda amatör balıkçı olan yazar Asaf Muammer, 1956 yılında Balık ve Balıkçılık dergisinde yer alan röportajında 17. yüzyıl İstanbul’u için şunları söylüyor: “Balıkların kuzeyden güneye ve daha sonra yeniden kuzeye göçleri, Boğaziçi’nden düzenli olarak büyük sürülerin geçmesi sonucunu doğurmuştu. 17. asırda İstanbul’daki balık bolluğu, dünyanın hiçbir liman kentinde yoktu. Liman iki denizden gelen pek çok miktarda balıkla doluydu.”


Tarihi kaynaklara baktığımızda Marmara Denizi’nin sadece lüfer için değil ev sahipliği yaptığı tüm balık türleri için eşsiz bir yer olduğunu görüyoruz. Araştırmacı yazar Gökhan Akçura ise Boğaziçi yazılarında İstanbul’un o günlerini şöyle tarif ediyor: “Balık denizde o kadar çok oluyor ki, sahilden elle tutulabilir. Baharda balık sürüleri Karadeniz’e doğru akın ederler. Kadınlar, sarkıttıkları sepetlerle balık tutabiliyor ve balıkçılar olta ile o kadar çok torik balığı avlıyor ki, bunlar bütün Yunanistan’a, Asya ve Avrupa’nın büyük bir kısmına kâfi gelebilir.” “Peki sonra ne oldu da her şey böylesine değişti?” sorusunun cevabı ise bugün unutulmaya yüz tutmuş olan bir kavramda gizli: 'Boğaziçi Medeniyeti'.

[special_article_template title="" desc="Balık denizde o kadar çoktu ki, sahilden elle tutulabiliyordu. Kadınlar, sarkıttıkları sepetlerle balık tutabiliyordu" who="">

HER ŞEY 'BOĞAZİÇİ MEDENİYETİNİ KAYBETMEKLE BAŞLADI

'Boğaziçi Medeniyeti', 17. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısında, İstanbul'da hüküm süren bir yaşam biçimiydi. Doğanın korunarak yaşatılması anlayışıyla nesilleri eğitmiş, geleneklerini nezaket ve saygı üzerinden geliştirmiş, sözlü kültüre dayalı bir topluluk vardı. Yazar A. Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları adlı eserinin ilk bölümünde bu kavramı şöyle tasvir eder: “Bu medeniyette yaşamı kolaylaştıran teknolojilerden söz edilmez. Bu medeniyette yaşamı kolaylaştıran karşılıklı sevgi, saygı, nezaket, zarafet, empati ve dayanışmadır. Kısaca insanın, doğanın güzelliklerinden zevk alarak kendini ve çevresini ehlileştirmesidir. Bu medeniyette teknolojinin soğukluğunun yerini "insanın sıcaklığı" almıştı.”


Konuyla ilgili görüşüne başvurduğumuz Prof. Dr. Nurdoğan Rigel, lüferin öyküsünün çok eski olduğunu söylüyor: İstanbul’a 'Boğaziçi Medeniyeti' üzerinden baktığınızda lüfer Boğaziçi’nin bir balığıdır. Dünyada en lezzetli lüferin Boğaziçi’nde olduğu biliniyor. Bu balık bir iç deniz olarak Karadeniz’de büyüyerek boğazdan geçişi sırasında İstanbullulara farklı bir lezzet vermiştir.”

İnsanın lüferin peşine düştüğünde başka bir İstanbul gördüğünü belirten Rigel, “Lüfere 'Boğaziçi Medeniyeti' penceresinden bakınca öykü üreticisi bir canlı ile karşı karşıya kalıyoruz. İstanbul’u bunun üzerinden gezmeye başlıyorsunuz. Boğaziçi’ni bunun üstünden, lüfer üzerinden bir daha tanımaya başlıyorsunuz ve bir İstanbullu olarak İstanbul’a bir daha aşık oluyorsunuz.”

[special_article_template title="" desc="Lüferi anlatırken sadece tabaktaki balıktan bahsedemeyiz. Çünkü İstanbul o balığın çevresinde bir yaşam biçimi üretmiştir." who="">

Prof. Dr. Nurdoğan Rigel


“DENİZE SIRTIMIZI DÖNDÜK”

Lüfer 'Boğaziçi Medeniyeti’nde balık türleri içinde ön plana çıkıyor. Geçmişte bu kültürün yaşanmasına sebep olan alışkanlıklar var. Bugün ise İstanbul halkı maalesef denize sırtını dönmüş durumda.

“Belki içinde yaşarken çok fazla insanın dikkatini çekmiyor ama İstanbul coğrafi olarak iki yarımadadan oluşuyor” diyen Rigel, İstanbul ve lüfer için şu ifadeleri kullandı: “Dünyada böyle bir coğrafyaya sahip çok az şehir var ancak denizle gerçek manada bir bağlantımız yok.”



“İstanbul’u kazıp beton yapmak, beton üretmek ve beton fışkıran bir şehir haline getirmeye çalışıyoruz” diyen Nurdoğan Rigel, “Suya sırtımızı döndüğümüz için yaratıcılığımızı ve hissiyatımızı da kaybediyoruz. Sanatsal bir şey üretemez hâle geliyoruz. Çünkü doğa size bunları veriyor.  Doğanın da en güzel parçalarından bir tanesi Boğaziçi. Biz bunlara sırtımızı dönüp sürekli hançerlemeye çalışıyoruz. Hançerlemeye uğraştığımız için yavaş yavaş o lezzetleri de kaybetmeye başlıyoruz. Önce o tabaktaki lezzeti, sonra yaşamın lezzetini kaybetmeye başlıyoruz ve birbirimizden nefret eden insanlar haline dönüşüyoruz. İşte lüferin tarihiyle tanıştığınız zaman, bir 'Boğaziçi Medeniyeti' sizi karşılıyor. Lüfer size o 'Boğaziçi Medeniyeti' içinde, o yaşam biçimlerini müthiş bir nostaljik öykü olarak anlatıyor.”

BİR DEVRİN ADI OLARAK LÜFER: 1858-1909

Osmanlı sosyal hayatının tüm katmanlarında etkili olan lüfer, Asaf Muammer’in iddiasına göre bir dönemin başlamasına sebep olmuştu. Tıpkı Lale Devri gibi lüferin de bir devri vardı. 1858-1909 yılları arasında hüküm sürdüğü söylenen bu devrin tespiti için, Eşref Şefik’in şu paragrafına bakmakta fayda var: “Eski balıkçılardan dinlediğim hikâyelerden anlıyorum ki, hali vakti, ictimâi seviyesi yerinde olanlar arasında balık tutma hevesinin yayılması, Abdülaziz devrinde Abraham Paşa ile başlamıştır.”