Sevgili okurlarım koronadan, ölümlerden, yolsuzluk ve vurgunlardan artık sıkıldık, bugün başka bir konuyu yazmak istedim...

Ahmet Haşim (1883-1933) Türkiye’nin gelmiş geçmiş en ünlü şairlerinden biriydi. Hakkında nice kitaplar, makaleler yazıldı.

Dedem (annemin babası) Refik Şevket İnce, Selanik Hukuk Mektebi mezunu bir avukat. 1920 yılında açılan ilk Meclis’te Saruhan (Manisa) milletvekili. 1921 yılında Atatürk’ün Adalet Bakanı.

Milli Mücadele’nin sivil kahramanlarından biri, öldüğü 1955 yılına kadar Atatürk’ün “Askeri.”

Sonraki yıllarda hep siyasetin içinde olan bir hukuk adamı. 1950 yılında Adnan Menderes’in ilk hükümetinde Milli Savunma Bakanı.

Ahmet Haşim’le dostluğunun nereden geldiğini bilemiyorum. Bazı kaynaklar askerlik arkadaşı olduklarını belirtiyor.

★★★

Fatih Altaylı’nın sunduğu Teke Tek programında Prof. Dr. Celal Şengör, birkaç gün önce Ahmet Haşim’in dedeme yazdığı mektuplardan birini okuyunca, aklıma o mektupları yazı konusu yapmak geldi.

İşte 1917 yılında yazılan o mektuplardan kısacık iki örnek... (Bazı sözcüklerin Türkçesini kullandım.)

Okuyunca Anadolu’nun o yıllardaki perişan durumunu ve Atatürk’ün Milli Mücadele’yi hangi koşullarda başardığını bir kez daha göreceksiniz.    

★★★

“...Sevgili Refik, yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe sefalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum...

En zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyenin bağırsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin (Anadolu insanının) amaçsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir üzüntü duymamak mümkün değildir.

Refik, Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm.

Bunlar bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sağlıklı kişiler üzerinde mektep talebesi gibi yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor.

Cinsi, (insanlığı) yakın bir yok olmayla tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin?

Beslenme eksikliği.

Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdir. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı.

İstisnasız ulaşım araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada uygun olmayan bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir.

Kağnı bir araba değil fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman bir arabadan çok, büyük ve korkunç bir karafatma hissini verir.

Tarihi bilen âşinâ bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla eski devirlere ait, taşlar üzerine çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.

★★★

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür.

Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya yoğunlaşmış gibi, öküz k.çlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adımlarla koşarak, öküz g.tünden düşen en ufak b.k parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar.

Bu b.klar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere götürülür ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar.

Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün hayvanlarda o koku solunur.

Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir...

Evlerine gelince, onlar da öyle. Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişigüzel dizilmesinden oluşmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi...

Anadolu, tamamen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis icatları olan
yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir...

★★★

Anadolu, hemen bir uçtan bir uca frengilidir. (pislikten geçen bulaşıcı cinsel hastalık.)  Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur.

Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder...

Refik, Anadolu hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum...”

★★★

Ahmet Haşim’in dedeme yazdığı mektuplardan bir başkası “İki gözüm Refik” diye başlıyor. Mektubun tarihi 16 Ağustos 1917. Devlet görevlisi olarak Ankara’da geçirdiği birkaç günü de anlatıyor. Kısaca bir alıntı yapıyorum:

“...Sana bu yeni bölgem hakkında biraz bilgi vereyim. Bilmem önceki mektuplarımda sana Ankara’dan söz etmiş miydim?

Hayal edilecek bir cehennem için bu şehirden daha uygun bir örnek bilmiyorum. Yalçın kayalar üzerine dağılmış bu fare rengindeki harabe içinde ruhun ve asabın bütün işkencelerini tattım...”

Milli Mücadele işte bu Ankara’da toplananlar tarafından, Anadolu’nun bu koşullarında kazanılmıştı.

 


Ayıptır ama kime anlatacaksın


SEVGİLİ okurlarım, geçtiğimiz cumartesi ve pazar günlerinde ilk kez bir olaya tanık olduk.

İki gün boyunca sokağa çıkma yasağı...

Alınan karar yasağın başlamasına iki saat kala açıklanınca zaten panikte olan millet marketlere hücum etti.

Yarabbim, iki saat kala açıklanan o yasak ne biçim ciddiyetsizlikti.

Demek ki bizi yönetenler iki saat sonrasını bile (ne yazık ki) göremiyor ve tahmin edemiyordu.

Evinde ekmeği, suyu, ilacı olmayan ve hiçbir hazırlığı bulunmayan yüz binlerce insan gecenin o saatinde marketlerin, fırınların ve nöbetçi
eczanelerin önünde uzun kuyruklar oluşturdu.

Korkunç ve unutulması mümkün olmayan bir manzara idi.


★★★

Ancak dahası da var...

Yüz binlerce insanımız o iki gün gazetesini alamadı zira yasak kapsamına alınan bayiler de kapalı idi.

Basılan yüz binlerce gazete çöpe, hurdaya gitmiş oldu.

Tamam, gazeteyi internetten okumak da mümkündü ama Türkiye’de her evde internet mi var?

Aynı rezalete bu hafta sonu da tanık olacağız.


★★★

Size başka bir şey daha anlatayım...

İktidara destek veren yandaş gazetelerin gösterdiği satış rakamlarının çoğu palavradır.

Bunu böylece biliniz, tamamen doğrudur. Adamlar beş bin gazete satar, resmi ilanlardan daha fazla pay alabilmek için

rakamını 100 bin olarak gösterir.

Fetö’nün Zaman gazetesi de geçmişte çok uzun yıllar bu numarayı yapmıştı.

Bayi satışı sadece 17 bin olduğu halde 900 bin sattığını iddia ederdi.

Bu sahtekârlığı belgeleriyle kanıtlayıp yazmıştım.

Beni hem savcılığa şikayet ettiler, üstelik mahkemeye verip hem ceza, hem de tazminat davaları açtılar...

Ve hepsinden aklandım.

Şunu iyi biliniz ki, günümüzün yandaş gazeteleri aynen bu Fetö taktiğini uygulamakta birbirleriyle yarış ediyorlar.

Ne acıdır, geçmişin amiral gemisi olan yandaş Hürriyet bile bu yöntemi izliyor.

Milliyet ve ötekiler aynı.

Yarın, iki gün boyunca yine sokağa çıkma yasağı uygulanacak.

Bu konudaki ıstırabı da yine 65 yaş üzerinde olanlar çekecek.

Üzerlerinde sokağa çıkma yasağı var.

Birkaç milyon 65 yaşı aşmış ve çoğu emekli olan insanlar.

Pek çoğu bir devlet terbiyesi ile yetişmiş.

Markete gidemiyorlar.

Eczaneye gidip ilaç alamıyorlar.

Maaşlarını da alamıyorlar.

Hep başkalarına rica, minnet...

Apartman görevlilerine, komşulara, akrabalara...

★★★

Devlet tarafından bu insanlara verilen, sıkışırsanız arayın denilen telefonların hiçbiri, saatlerce çaldırsanız bile yanıt vermiyor.

Devletin sadece 65 yaş üzeri için değil, 81 milyon için verdiği maske sözü var.

Maskeler sözüm ona ücretsiz olarak ya eczanelerden, ya da PTT kanalıyla dağıtılacak(tı)!..

Ne maskesi kardeşim, maskeleri ara da bul bakalım!

Bunu bile ellerine yüzlerine bulaştırdılar.

Zararın neresinden dönülse kârdır anlayışıyla Türkiye’de üretilen maskeleri başka ülkelere satıyor, ya da hibe ediyorlar.

Ayıptır, günahtır be...

Ondan sonra gelsin palavralar, gelsin pembe tablolar...

Ve birbiri ardına müjdeli haberler!

★★★

Evet, birbiri ardına yardım paketleri büyük tantanalarla açıklanıyor.

Bu paketler nereye, kimlere gidiyor?

Dahası var...

Biz bize yeteriz isimli bir para toplama kampanyası açtılar.

İki katrilyona yakın para topladıklarını kendileri açıkladılar. Bazıları zorla ve baskıyla, devlet kuruluşları bile para bağışladı.

Çok büyük bir miktardır.

Bu paralar ne oldu?

Bu paralar nereye harcandı, kimlerin, hangi yandaş müteahhitlerin cebine girdi?

Bunları soruyoruz, baş öğretmenimiz (!) Recep Bey kızıyor.

Yapılanlara karşı çıkanları “Siyaset ve medyadaki virüsler” olarak tanımlıyor.

İnsaf baba, insaf.

Şu salgın hayırlısıyla bir bitse!..

Ya da hafiflese de normal yaşama geçsek...

Bizi yönetenlerin değil, yine her zaman olduğu gibi Allah’ın yardımıyla kurtulsak!