Gara operasyonunun kesin hedefi 13 vatandaşımızın terör örgütü PKK’nın elinden kurtarılmasıydı. Çok riskli bir operasyondu. Coğrafya, teröristlere çok büyük avantaj sağlayan asimetrik bir rakipti. Çatışma çıkması kaçınılmazdı. Yakalanan iki teröristten öğrendik ki vatandaşımızın tutulduğu mağaradaki teröristlere “yenilgi kaçınılmazsa hepsini öldürün” talimatı verilmişti. Ne yazık ki neticede kesin hedefe ulaşılamadı. Hatta en olumsuz senaryo yaşandı. 13 vatandaşımız katledildi. Çatışmada da üç Mehmetçiğimiz şehit oldu. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun.

Operasyon kesin hedefine ulaşamayınca, siyasette bir kavga başladı. Siyasetçiler şehit düşen 16 canı unutup birbirlerini suçlamaya başladılar.

Kavganın bir yerinde muhalefet hükümeti “devlet aklını kullanamadığı için başarısız olmakla” suçladı. Bunu yaparken de geçmişte yaşanan bazı olaylar anımsatıldı. O alaylardan biri de terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması ve yakalanmasıydı.

İktidar ise Gara’daki sonucu tartıştırmamak için, Öcalan’ın yakalanmadığını, “teslim alındığı” iddiasını gündeme getirdi.

★★★

Bu konuda yapılan yorumları şaşkınlıkla dinleyip, yazılanları gülümseyerek okudum.

Çünkü 1998’de de gazeteciydim ve gelişmeleri hep yerinde takip ettim. O dönem yaşananları ve yapılanları da gayet iyi anımsıyorum.

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 16 Eylül 1998’de yaptığı “artık sabrımız kalmadı” konuşması öyle anlık gelişmiş bir konuşma değildi. Ankara’da karar alınmıştı. Reyhanlı Hudut Bölük Komutanlığı ziyareti özellikle planlanmıştı. Orgeneral Ateş’e 2. Ordu Komutanı Aytaç Yalman, 6. Kolordu Komutanı Korgeneral Çetin Saner ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı Harekat Daire Başkanı Tümgeneral Behzat Balta eşlik ediyordu.

Bu konuşma sonrasındaki 10 günde içeride kamuoyu desteği de sağlanmıştı. Eylül ayın Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Ateş’in açıkladığı görüşler, artık MGK görüşü olarak ilan edilmişti.

Biz diplomasi muhabirleri “Suriye ile savaşa mı giriyoruz” sorusunu sormaya başlamıştık.

Merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in dış politika danışmanları Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu ve Mehmet Ali Bayar’dı. Onlarla konuşmuştum. Mehmet Ali Bayar “Sayın Cumhurbaşkanımızın 1 Ekim’de yapacağı TBMM açılış konuşmasını iyi dinle” demekle yetindi. İki diplomatı da çok sıkıştırdım ve üzerinde çalıştıkları konuşma metni hakkında detaylar aldım. Demirel, Ateş’in ve MGK’nın koyduğu çıtayı daha da yukarı taşıyacaktı.

Öyle de oldu. 1 Ekim 1998 günü Demirel konuştuktan sonra Ortadoğu hareketlendi. “Türkiye Suriye’ye girecek” paniği bütün bölgeyi sardı. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek 3 Ekim’de Ankara’daydı. O ziyareti de yerinde izlemiştim. Demirel, Mübarek’in “neler oluyor” sorusuna “terörist başını tutmaya devam ederse gireceğiz” karşılığını vermiş ve Mübarek aynı gün Kahire’ye değil Şam’a gitmişti. Baş döndüren diplomasi trafiği sonunda Öcalan 9 Ekim 1998 günü Suriye’yi terk etmek zorunda kaldı. Türkiye bununla da yetinmeyip, Suriye’nin PKK başta olmak üzere terör örgütlerine destek vermeyeceğini bir anlaşmayla taahhüt etmesini istedi. Adana görüşmeleri 20 Ekim günü Adana Mutabakatı ile sonuçlandı. Türkiye heyetinin başında eski Şam büyükelçilerinden, Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal vardı. Ziyal’in Suriye heyet başkanına imzayı attırdıktan sonraki gülüşünü hiç unutmam.

(Bu arada ‘Öcalan teslim edildi’ diyenlerin Barış Pınarı Harekatı’nda Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye girdiğinde Adana Mutabakatı’nı gerekçe olarak kullandığını da unutmamak lazım. Geçmiş hükümetlerin yaptığı işler, iktidarın işine gelmediğinde değersiz, işine geldiğinde sınır ötesi operasyon gerekçesi olabiliyor.)

Öcalan, Şam’dan çıktıktan sonra gittiği Yunanistan’da kabul edilmemişti. Çünkü Yunanistan Türkiye’nin bu yüzden neler yapabileceğini biliyordu. Ardından gittiği Moskova’da adım adım izlenmişti. Öyle ki Moskova’da kaldığı evlerden birinde çektiği videoda kaldığı daçanın bahçesinde top oynamak istediğini ama korkusundan dışarı çıkamadığını itiraf etmişti.

Merhum Başbakanlardan Mesut Yılmaz, Ankara’da ağırladığı Rusya Başbakanı Medvedev’e Türkiye’nin kararlılığını net bir şekilde anlatıp Öcalan’ı istemişti. Öcalan oradan da Roma’ya geçmek zorunda kalmıştı.

Biz de gazeteciler olarak Roma’ya, hem de Öcalan’ın evinin karşısındaki boş araziye kamp kurmuştuk.

Sonrası malum. AB ve ABD üzerinde baskı kuruldu. Öcalan Roma’dan Yunanistan’a, oradan Kenya’ya ve sonunda da İmralı’ya uçtu.

Öcalan’ın Roma’da kaldığı evin önündeyiz. Soldan Sağa: (O dönem Kanal D Muhabiri olan) Gökhan Gökçe, ben, Kanal D Kameramanı Durak Doğan ve TRT Kameramanı Yücel Deliormanlı)


★★★

O dönem devlet aklı operasyonu şöyle özetlemişti:

İstek: Öcalan’ın Türkiye’ye verilmesi, Suriye’nin terör örgütlerine verdiği desteği kesmesi

Pazarlık şartları: Pazarlık yok

Ültimatom: Askeri kuvvet kullanacağız.

Konjonktür: Dış destek bulmaya müsait

Sonuç:  Terör örgütü lideri Öcalan Suriye’den çıkarıldı ve sonunda yakalandı. Suriye sınırdaki PKK kamplarını kapattı.”

Amacın netliği, güçlü liderlik, caydırıcı askeri kuvvet tehdidi, konjonktürü doğru okuyan ve stratejik hamleler yapan bir diplomasinin sağladığı uluslararası destek, içeride yüzde yüz kamuoyu desteği, o günkü sonucu getiren unsurlardı.

Sırf eleştirileri bastırabilmek için bütün bunları hiçe sayanlar gerçekten ayıp etmiyor mu?