Zor yıllardı 90’lar. Hem benim için hem de memleket için. Ülke son sürat siyasi ve ekonomik krizlere doğru yuvarlanırken, ben de 20’li yaşlarımın başında babasızlığın nasıl bir şey olduğunu anlayacaktım.

Babam Arnavut Sakıp, kanser belasıyla savaşıyordu. Hastalık epey ilerlemiş, ses tellerine de vurmuştu. Kısık sesle konuşabiliyordu.

Ne garip duygu şu yetimlik, bin yıl geçse içinden atamıyorsun. Hayatta her şeyi becerebiliyorsun, her türlü belayla savaşabiliyorsun, kavgalardan galip çıkabiliyorsun, yenilsen bile yeni bir yol bulabiliyorsun, hatalarından ders çıkarıp yola devam edebiliyorsun, düşsen de kalkabiliyorsun,  gerektiğinde ite kopuğa kafa tutup, yedi düvelle çarpışıyorsun da, yetimlikten kurtulamıyorsun işte.

Oysa kuşak farkı, oysa baba-oğul çatışmaları, oysa anlaşılmama serzenişleri... Hayatın içinde hepsi mutsuzluk tohumları ekiyormuş da fark etmiyormuş insan. Sonra bir de bakıyorsun ki kanser, hem Arnavut Sakıp’ı yeniyor hem de o farklıkları, çatışmaları, anlaşmazlıkları, saçma sapan kırgınlıkları... İkisi de çekip gidiyor, geriye anılar kalıyor.

Arnavut Sakıp, babam, pala bıyıklı, o dağ gibi adam, Merdivenköy’deki evinde yatarak geçirdi son günlerini.

O gün odasına girdiğimde iyice halsizleşmişti. Konuşmakta zorlanıyordu. Yaklaşmamı ister baş hareketi yaptı. Yatağının yanına çömeldim. Bir şey söylüyordu. Sesi o kadar kısıktı ki; ne dediğini anlayamıyordum. Biraz daha yaklaştım. Eliyle arkasındaki duvarda asılı olan saati işaret edip, “Bu saat 15 dakika geri” dedi.

Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim önce. Fakat hayatın, hayata gerçekten tutunabilmenin, yaşadığımız, tükettiğimiz zamanın nasıl bir şey olduğunu en iyi işte o an anladım.

Birçok konuda görüş ayrılığım olan, aramızda ciddi kuşak farklılığı bulunan, zaman zaman “Beni neden anlamıyor” diye yakındığım babam Arnavut Sakıp, ölüm döşeğinde bana hayatı, hayatın önemini, bir dakikanın bile nasıl kıymetli olabileceğini o cümlesiyle öğretti. “Bu saat 15 dakika geri.”

Ölümle cebelleşen, hayatta artık sayılı günlerinin kaldığını bilen adam, saatin geri kalmışlığına bile tahammülü yoktu. Oysa ölüm döşeğindeki bir insan için bir saatin 15 dakika geri olması, normal zamanı göstermesinden bile daha anlamlı olabilirdi.

O an öğrendim ki hayatı ciddiye alarak yaşamak böyle bir şey. Zamanı doğru okumak, zamanı doğru görmek. O gün, ölüm döşeğindeki Arnavut Sakıp’tan öğrendim bunu ben.

Ölüm döşeğinde bile olsa hayattan vazgeçmemeyi de babamın saatinden.

Kimse üzerine alınmasın


“Lafım meclisten dışarı, içeri” filan demeden doğrudan konuya giriyorum. Kimse üstüne alınmasın. Alınan varsa da arasın, konuşalım.

Sadece dünyadan birkaç istifa örneği veriyorum. Bakın elin siyasetçileri, neden istifa etme gereği duymuş.

Hollanda Savunma Bakanı Jeanine Hennis, Birleşmiş Milletler adına Mali’de görev yapan iki askerin kaza sonucu yaşanan patlama nedeniyle yaşamını yitirmesinde siyasi sorumluluğu bulunduğu gerekçesiyle... (2017)

Norveç Balıkçılık Bakanı Per Sandberg, kız arkadaşıyla birlikte, devletin kendisine zimmetlediği cep telefonunu yanında götürerek tatile gittiği ortaya çıkınca... (2018)

Güney Kore Sağlık ve Refah Bakanı Jin Yong, seçmenlerine vaat ettiği halde, göreve geldikten sonra yaşlılık maaşı sözünü yerine getiremediği için... (2013)

Hırvatistan Ulaştırma Bakanı Bozitar Kalmeta, 6 kişinin öldüğü tren kazası nedeniyle... (2009)

Kosta-Rika Ulaştırma Bakanı Karla Gonzales, 5 kişinin yaşamını yitirdiği köprü çökmesi sonrası... (2009)

Macaristan Ulaştırma Bakanı Pal Szaba, 4 kişinin öldüğü tren kazası sonrası... (2008)

Makedonya Ulaştırma Bakanı Mile Yanakevski, Ohri gölünde 20 Bulgar turistin öldüğü tekne kazasından sonra. (2009)

Mısır Ulaştırma Bakanı Muhammed Mansur,18 kişinin yaşamını yitirdiği tren kazasının hemen ardından. (2009)

Not: Bu bilgileri Google aramasıyla toparladım. Kendi bakanlığına, kendi şirketinden hem de piyasanın çok üstünde fiyatla mal satan ve bunu savunan bir siyasetçi örneği bulamadım.

10 Bin adım + 50 sayfa


Artık herkesin kabul ettiği en temel sağlık aktivitesi günde en az 10 bin adım yürümek. Son derece önemli. Aman ihmal etmeyin.

Benim önerim ise 10 bin adım+50 sayfa. Yani her gün 10 bin adım yürü, dinlenirken de 50 sayfa kitap oku. Tamam, 50 sayfayı çok bulanlar olabilir. Peki 30 sayfa olsun.

Her gün 30 sayfa okursak, bu ayda en az 900 sayfa demektir. Yani ayda en az 3 ya da 4 kitap okuyabiliriz.

“Yahu biz evlere kapandık ne yürümesi” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız ama bu durum okumaya engel değil ki.

Ne dersiniz?


SÖZCÜ TV NEREDE?


Biliyorum hepiniz bu sorunun yanıtını merak ediyorsunuz.

Bu satırları, RTÜK’ün SÖZCÜ TV’yi sadece logo onayı için beklettiği 426. günde yazıyorum. Bekleyişimiz sürse de ortada apaçık bir gerçek var; SÖZCÜ TV’nin açılışı engelleniyor.

Bu haksızlığa karşı biz de internet yayınına başlama kararı aldık. SÖZCÜ TV’yi YouTube üzerinden izleyebilirsiniz.

Lütfen takip edin ve daha önemlisi sadece bir mail adresi ile ‘ücretsiz abone’ olun. SÖZCÜ TV’ye destek verin.


O erkekleri ‘app’mek lazım!


İçişleri Bakanlığı, hazırladıkları KADES uygulamasını tüm kadınların cep telefonlarına indirmesini öneriyor. Böylelikle kadınlarımız şiddete  uğrarlarsa, cep telefonundaki bu uygulama sayesinde bir tuşa basarak hayatları kurtulacakmış.

E tabii bu da güzel bir çalışma.

Fakat başka bir açıdan baktığınızda durum şu. Devletimiz diyor ki; “Eyy kadınlar, biz size saldıran erkekleri engelleyemeyiz. Onları caydıracak cezai uygulamaları hayata sokmayız. Erkekler size saldırırsa, öldürürse serbest kalırlar. Fakat saldırı esnasında tuşa basın, en azından belki ölmezsiniz. Bunun dışında da bir şey yapmayız kardeşim.”

Durum kısaca bu.

Yani... Bu uygulama iyi, güzel ama hukuki çalışmalar yapılmazsa, bu ülkede erkek vahşeti de bitmez kardeşim.

Kadınlar için app yapmak önemli ama o vahşi erkekleri de ‘app’menin hukuki koşullarını oluşturmak şart.

İçişleri Bakanlığı’na not: Bazı tanıdıklarım bu uygulamayı indirdi ama çalışmıyor. Birçok kadının da zaten akıllı telefonu yok.


Tüketimden gelen gücünüzü kullanın!


Her şey gibi, ‘1 Mayıs’lar da değişti. Sokağa çıkma yasağı olmasa bile eski coşku olmayacaktı, biliyoruz.

Değişen dünya ile birlikte üretim ve üretim ilişkileri de değişti. Eskiden emekçilerin tek gücünün “Üretimden gelen güç” olduğu düşünülürdü. Değişen dünya ile birlikte bu anlayış da değişince, söz konusu güç aslında ikiye katlandı.

Artık ‘üretimden gelen güç’ kadar, ‘tüketimden gelen güç’ de ellerinde. Hatta ikincisi belki de daha önemli, daha güçlü, daha sonuç alıcı, daha yıkıcı ve daha dönüştürücü. Üstelik bu sadece işçi/emekçi sınıfının değil, herkesin, hepimizin gücü.

Örneğin istemediğinizi tüketmeyin. Sizi kandırdığına, dolandırdığına, fayda sağlamadığına, dolaylı olarak da olsa size ya da başkasına zarar verdiğine inandığınız ürünü tüketmediğinizde, boykot ettiğinizde bu gerçek güç de ortaya çıkıyor.

O şirket, o marka, o kişi, o parti, o dernek, o medya, o ürün... Hepsi yok olmaya mahkûm kalıyor.

Tüketimden gelen güç, tahminlerinizin bile çok ötesinde etkisi olan yok edici bir güçtür. Bu yüzden;

DÜNYANIN BÜTÜN TÜKETİCİLERİ, SİZ YETER Kİ BİRLEŞİN...

İşte o zaman görün bakın ülke nasıl daha güzel bir ülke, dünya nasıl daha güzel bir dünya olur.