Recep, Meryem ve Adnan... Onlar çocukluk arkadaşı, can dostlarıydı. Ben yıllar sonra tanıdım ikisini.

Önerimi kabul etmişti, heyecanlıydım. Aydın’a gittim. Tarif ettiği kahvehanede dediği gibi dışarıdaki tahta masalardan birine oturmuş çay içiyordu. Tek başınaydı. Başında eski bir kasket, üzerinde sıradan bir pantolon gömlek ceket... Yanına oturdum. Hoş geldin dedi, ikimize çay söyledi. Yaşlı garson herkese çay getirdi, tepside kalan son iki çayı da bize verdi. Soğumamıştır değil mi diye sordu. Garson cevap bile vermedi. Gülümsedik. Çaylar bitti, kalktık.

Hiç konuşmadan epeyce yürüdük. Çarşı gibi bir yere geldik. Ben uzaklaşayım, fotoğraf çekerim dedim. O hemen birileriyle konuşmaya başladı. El kol hareketleri arttı. Belli etmeden fotoğraflar çekip yanlarına gittim. Siyaset konuşuyorlar, iki kişi dert yanıyordu. Orta yaşlı olan, “Valiye çıkıp anlatacağım hepsini” gibilerinden bir şeyler söylüyordu. Mevzuyu anlamadım ama o, “Çık tabi, anlat konuyu” diyordu. Adam, “Ya beni terslerse” dedi. “Vatandaşsın sen, hakkını arayacaksın elbette” deyip parladı bizimki, tatlı bir küfür salladı valiye! Derdi olan adam irkildi, sağına soluna baktı.

Oraya buraya girip çıktık. Hastaneye gittik, hasta yakınlarını dinledik. Bir devlet dairesine uğradık, sırada bekleyen vatandaşlarla konuştu o. Karakolun önünden geçtik. Parkı sulayan amca ile sohbet ettik. Büfe gibi bir yerden şişe suyu alıp içtik. Büfeciyle ayak üstü konuştu. Saatlerce birlikteydik. Günün sonunda, “Oğlum sen de benim gibi çok doğrucusun. İşin kolay değil” dedi. O an gülüp geçtim. Yıllar sonra doğruyu gördüğünü anladım. Yanılmıyorsam yıl 1990’dı.

Takvim 13 Mart 1992’yi gösteriyordu. Akşam olmuş gazete yazı işleri harıl harıl bir sonraki günün gazetesi için çalışıyordu. Biz muhabirler de elimizdeki haberlerin son cümlelerini yetiştirmek için uğraşıyorduk. Bir haber geldi. Erzincan’da 6.6 şiddetinde deprem olmuş, kent yıkılmıştı. Yüzlerce can kaybı olabilirdi. Hakan’la ben haber müdürüne koştuk, “Abi bizi Erzincan’a gönder” dedik. Israrımızı kırmadı, “Tamam gidin” dedi. THY Erzincanlı personeli ve orada yakınları olanlar için özel bir sefer düzenlemişti. Koştuk havaalanına yalvar yakar bindik uçağa. Erzurum’a vardık. Erzurum-Erzincan karayolu kilitti. Duyan yıkılan kente koşuyordu. Gecenin karanlığında Erzincan’a vardık. Bölge dışından buraya gelebilen ilk gazeteci bizdik. Gerçekten yıkılmadık yer kalmamıştı. İki koldan dağıldık kente. Fotoğraflar çektik, bilgiler aldık, insanlarla konuştuk...

Gazeteyi arayıp haberi yazdırmalıydık. Şimdiki gibi cep telefonu yok tabi. Telefon hatları kesildiği için PTT, valiliğin önündeki boşluğa gezici telefon santrali kurmuştu. Bir gittik alana kuyruğun ucu sonu yok. Beklemeye başladık. Ancak, milim ilerlemiyordu. Ben karanlıkta santrale doğru yürüdüm. Kamyon kasasının üzerinde bir konteynerin içine kuruluydu santral. Kuyruk orada duruyordu. Öndekilere sıra neden ilerlemiyor diye sordum. İçerde milletvekilleri varmış ve çıkmıyorlarmış. Kapıyı açtım dönüp hep birlikte ‘hayrola der gibi’ bana baktılar. Dışarı çıktım çaresiz. Merdiveni iniyordum ki karanlıkta bir ses, “Yücel sen ne arıyorsun burada” dedi. Seçemedim, “Kimsin” dedim. “Benim ben, Recep” dedi. Meğer, depremden bir gün önce Ankara’ya gitmiş. Haberi alır almaz yola çıkmış. Gecenin yarısı ancak ulaşabilmiş buraya.

Anında şikayet ettim içerdekileri, “Milletvekilleri santrali ve telefonları zaptetmiş. Bir saattir kuyruk ilerlemiyor” dedim. Kapıya uçtu resmen. Açar açmaz da, “Beyleeer, haydi dışarı... Vatandaş bekliyor” diye gürledi. Adile Naşit’in tavuklarını kışkışlama sahnesi var ya, aynısını yaptı vekillere. Onlar neye uğradığını şaşırdı. Aceleyle çıktılar dışarı. O ise merdivenin üstünde bağırıyordu vatandaşa: “Telefon sırası bekleyenler devam edelim...”

Millet karanlıkta ne olduğunu anlamadı ama yine de “devam edelim” sözünü duyunca alkışladı. Acılar içindeki Erzincanlılar’ın alkışladığı tek isimdi Recep, yani Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu.... Gözlerimle gördüm.

Aydın Valisi’yken söz verdiği gibi benimle kenti tebdil-i kıyafet dolaşmış, gerçekten kimse tanımamıştı. Vatandaşla ayak üstü sohbet ederken, Aydın Valisi’ne yani kendisine küfür bile etmişti. Haber gazetede yayınlandı. Bir gün sonra masaya bir telefon geldi. “Buyurun” dedim. Karşıdaki ses, “Merhaba Yücel ben Adnan. Az önce Recep’le konuştum. Çok beğendim haberi, kıskandım doğrusu. O yüzden seni arıyorum. Bir gün gelip seni alayım. Dolaşalım Ege’de” dedi. Şaşırdım, “Tabi olur efendim, ben de çok isterim” diyebildim. Gerçekten geldi bir gün gazetenin önüne. Kendi kullandığı aracıyla ikimiz yola çıktık. Köy, kasaba dolaştık. Onu da kimse tanımadı.

Recep, Meryem ve Adnan demiştim ya... İşte o üç dost taa Trabzon’dan çocukluk arkadaşıydı. Meryem’le Recep evlendi sonra. Adnan ise Adnan Kahveci oldu. Can dostu Efsane Vali, o da Efsane Maliye Bakanı’ydı. Kaderin cilvesi, ikisi de trafik kazısına kurban gitti...

İnsan kalitemiz, yönetici kalitemiz bugünlere ulaştı sonra... Sanırım herkes durumdan gayet memnundur! Vatandaşı kuyrukta bekleten milletvekillerini kış kışlayan valilerden, vatandaşa gayet nazik ‘gavat’ diyen, kürsüden, ‘öğretmen misin sen birader’ diyen valilere, vatandaşa, ‘indir şu arka ayaklarını’ diyen kaymakamlara...

Sadece valiler, kaymakamlar mı değişip 2021 model olan(!) Önce aynaya, sonra çevremize bakmak, akşamları televizyonda azıcık haber izlemek yeter de artar. Şapka çoktan düşmüş görünüyor kelimiz...