Bugün 26 Ağustos. Büyük Taarruz’un başladığı günün üzerinden tam 100 yıl geçmiş.

Bugün sadece o taarruzu konuşmak, o gece girdikleri cenkle Anadolu’yu kanlarıyla canlarıyla kazanan koca yürekli Mehmetleri anmak gerek.

Büyük ozan Nazım Hikmet, ulu önder Atatürk’ün NUTUK’taki notlarından yola çıkarak yazdığı Kuvayi Milliye Destanı’nda o geceyi öyle güzel anlatmış, çıtayı öyle yükseğe koymuş ki üzerine tek satır ekleyemeyiz. Gelin bugün lafı uzatmayıp köşemizi, büyük ozan Nazım’a bırakalım:

“ (...) Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saatı sordu.

Paşalar: “ÜÇ” dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.

Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.

SAAT 03:30

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (kendisi tornacıdır)

karanlıkta göz yordamıyla sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer:

Sağda birinci nefer sarışındı.

İkinci esmer.

Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.

Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona “Deli Erzurumlu” derdiler.

Yedinci, Mehmet oğlu Osman’dı.

Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci, İbrahim, korkmayacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:

tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.

SAAT 04:00

Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, mekanizmalar üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı

mevzideki biricik silâhsız adam:

Ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,

durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına.

İçi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattir.

Ve yenilseler de, yenseler de adayı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

SAAT 04:45

Sandıklı civarı. Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:

Dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...

İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır:

Balta ibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır...

SAAT BEŞE ON VAR

Kırk dakka sonra şafak sökecek.

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”.

Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor:

- Bizim İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, Akif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın:

“Gelecektir sana vaat ettiği günler Hakkın.”

Hayır, gelecek günler için gökten ayet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.

“Kim bilir belki yarın...”

SAAT BEŞE BEŞ VAR

Dağlar aydınlanıyor. Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak. Kokusu tütmeğe başladı:

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahin gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp

ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes macerada,

ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan’ın yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki

bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :

- Saat kaç?

- BEŞ

- Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere (Snider), on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nurettin Eşfak baktı saatine:

- BEŞ OTUZ...

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.”

RUHLARI ŞAD OLSUN!