Eylül ayı beni hep hüzünlendirir.

Günün hangi saatinde olduğuma bakmaksızın bazen üzerime ağır bir hüzün ve yalnızlık hissi çöker.

İşte o hisse kapıldığım bir sabah, televizyon izleyerek kafa dağıtmak istedim.

Fox Haber’i açıp İlker Karagöz’le Çalar Saat programını izlemeye başladım.

İlk anda İstanbul Beylikdüzü Belediyesi’yle Ankara Çankaya Belediyesi’nin ilk ve orta öğretim öğrencilerine yemek dağıtmasına dair habere denk geldim.

Beylikdüzü Belediyesi peynirli domatesli sandviç dağıtıyordu. Çankaya Belediyesi, işi daha da ileri götürüp menüye sıcak tavuklu pilav ve yoğurt koymuştu.

“Helal olsun” dedim ama haberi izlerken hissettiğim duygu, yerini kısa sürede kaçmaya çalıştığım Eylül hüznüne bıraktı.

Kendimi yıllar öncesinde buldum.

Hani şu sessizliği sadece göçebe sığırcıkların kanat seslerinin deldiği o kızıl gündoğumlarından birinde...

Dedem namaza kalkmış, sobayı yakmış, üzerinde çay demlemiş.

Öyle altta suyun kaynadığı, üstte çayın demlendiği bir düzenekte değil.

Sobanın üzerine doğrudan konulan, alt tarafı isten kararmış koyu mavi ve kocaman bir çinko çaynik (çaydanlık).

Hem mutfak hem kiler gibi kullandığımız ve “aralık” dediğimiz küçük alanın köşesinde bir masa var. Üzerinde muşambadan çiçekli bir örtü.

Dedem “istekanları getir” deyince iki çay bardağını o masanın üzerine koyuyorum.

Bu arada ekmek kokan o beyaz örtüyü kaldırıp, tahtadan teknenin içinden bir el ekmeği çıkarıyor dedem. Sonra köşedeki koyun tulumunun ağzını dikkatlice açıp elini bileğine kadar sokuyor ve içinden çıkardığı göyermiş peyniri çiçekli çinko tabağa koyuyor.

O çeçil peyniri tuluma bizzat kendi ellerimle sıkıştırdığım günü düşünüyorum.

Ne çabuk geçti yaz!

Ne çabuk geldi okul ayı Eylül.

Bunu düşünürken sıra ekmeğin ısıtılmasına geliyor.

Sobanın üstüne koyuyorum ekmeği. Nar gibi kızarmış sobaya değer değmez alazlanıyor yüzeyi. Ortamı hafif yanmış ekmeğin kokusu sarıyor.

Dedem çayları bardağa dolduruyor. Ben şekeri çayda eritip “salma çay” içiyorum. Dedem kıtlamayı tercih ediyor.

Sonra sıcak ekmek ve peynirle dürmek (dürüm) yapıyoruz. Bir çay bir dürmek, bir çay bir dürmek...

Herkes uyanıp hazırlanana dek bizim kahvaltımız bitiyor. Sonra beyaz yakalı kara önlüklerimizi giyiyoruz. İkinci yıl kullanacağımız eski çantalarımıza kitapları defterleri ve kalemlerimizi koyuyoruz. Silginin yeri ayrı: Kaybolmasın diye ortasına bir delik delip iple boynumuza asıyoruz.

Beslenme çantamız yok ama dedemin hazırladığı dürmekler de çantalarımızdaki yerini alıyor.

İkinci dersten sonraki teneffüste çıkaracağız çantalardan. Sınıfın ortasındaki sobada ısıtmak için sıraya gireceğiz. Sobanın etrafında yer bulabilmek için bazen omuzlarımızı kullanmak zorunda kalacağız. O alazlanmış ekmek kokusu sınıfımızı da kaplayacak.

Sıramıza oturmadan önce, dürmeği ısırırken yakamıza dökülen peynir ve ekmek kırıntılarını elimizle yere doğru silkeleyeceğiz. Hepimizin yüzünde doymuşluğun verdiği anlamsız bir gülümseme...

★★★

Ekran karşısında, benim yüzümde de benzer bir gülümseme oluşmuştu ve beni bu gülümseten nostaljik zaman yolculuğundan telefonuma düşen bir okuyucu mesajı uyandırdı:

“Deniz Bey, oğlumun okuduğu okul Çankaya’ya bağlı öğrenci sayısı az, gelir düzeyi düşük bir semtte bulunuyor. Çankaya Belediyesi tarafından okula sıcak yemek gönderilmeye başlanmıştı ama sanırım Milli Eğitim baskı yapıyor ve beslenme yardımı kaldırıldı. Çocuklar evlerinde hiç görmedikleri yemeği bir öğün yemenin sevincini yaşıyordu. Bu hak neden ellerinden alınıyor. Lütfen bu konuyu dile getirin, sesimiz olun!”

Araştırdım ve bazı engellemelere rağmen uygulamanın sürdüğünü öğrendim.

Zaten insan böyle insani bir hizmete neden karşı çıkar ki?

Bizlerin beslenme çantası “ekmek, peynir, salma çay” idi.

Şimdilerde bazı çocuklar onu da bulamıyor demek ki...

O halde o çocukları doyuracak, mutlu edecek, sıralarına gülümseterek oturtacak hizmetlere daha çok odaklanmak gerek.

Bunu yaparsak eğer, kaç yaz geçerse geçsin, kaç eylül gelirse gelsin geriye sadece mutlu çocukların gülüşleri kalır.