Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Kurtuluş savaşının ana karargâhı”, “millet iradesinin vücut bulduğu” yüce Meclis’in çatısı altında konuşuyordu.

Memleketteki TV kanallarının çoğu, mecburen canlı yayın yapıyor, milyonlar kendisini dinliyordu.

Aynen şöyle dedi:

“Düşünün Dolmabahçe Bezmialem Valide Sultan Camii’nin içinde bu eşkıyalar, bu teröristler, bira şişeleriyle, bira kutularıyla adeta caminin içini pislemişti. Bunlar böyle, bunlar çürük, bunlar sürtük, bunlar için ulu mabed nedir, ne değildir, öyle bir şey yok.”

Yenilir yutulur laflar değildi.

Üstelik spontane değil, bizzat konuşma metnini hazırlayanlar tarafından metne yerleştirilmiş, promptera yansıtılmış ve Cumhurbaşkanı tarafından içtenlikle okunmuştu.

Anlayacağınız bir büyük yalanı ve ağır bir küfürü içeren o paragraf taammüden oluşturulmuştu:

- Yalandı çünkü: Tıpkı “Kabataş’ta türbanlı bacımızı dövdüler, üzerine işediler” yalanı gibi “Camide bira içtiler” iddiasının da yalan olduğu daha önce ispatlanmıştı. “Türbanlı bacımız” yalanını kamera görüntüleri, “Camide bira içtiler” yalanını ise bizzat caminin imamı ortaya çıkarmıştı.

- Küfürdü çünkü: “Sürtük” kelimesinin ne anlama geldiğini, o küfürü metne yazan da ve promptera yansıtan da okuyan da gayet iyi biliyordu.

★★★

Bir büyük yalan ile bir ağır küfür içeren bu cümlelerin karşı mahallede büyük tepki görmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu.

Ancak ben, “kendi mahallesinden kimse tepki gösterecek mi?” diye bekledim.

Belki vicdanlı biri çıkıp, “Sayın Cumhurbaşkanımıza yakışmadı” derdi.

“Aslında şunları kastetmişti, şöyle demek istemişti” diye kıvırmaya dahi cesaret edememişlerdi.

Hepsi üç maymunu oynuyordu.

Sanki görmemişlerdi, duymamışlardı, bilmiyorlardı!

Zaman zaman eleştirel tavırlarıyla karşımıza çıkan ve “AK Parti’nin vicdanı”, “Cumhurbaşkanı’nın AK sakallısı”, “AK Parti’deki vicdanlı siyasetçi” gibi sıfatlarla anılan isimlerden dahi tık yoktu.

Hepsi suspustu.

O beylerin/hanımların televizyon tartışmalarına baktım hemen.

Kimi Suriye’nin kuzeyine yapılacak askeri operasyonu ileri sürerek, kimi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na sorulan soruları anımsatarak, kimi sessizliğe bürünerek gündemi değiştirmeye çalışıyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat kendisi ise “yeni bir müjdenin” müjdesini vererek o konuşmayı hiç yapmamış gibi davranıyordu.

★★★

İktidarın sıkıştıkça baskıcı bir yol izleyeceğini ve kendisini desteklemeyen halk kesimlerine karşı sertleşeceğini daha önce yazmıştım. Öyle anlaşılıyor ki bununla da yetinmeyip “Yalan, küfür, ne olursa... Kazanmak için her yol mubah” anlayışıyla da hareket edecekler.

Zira, artık ne TBMM çatışının altında olmanın ne Atatürk’ün koltuğunda oturmanın ne de milli egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan milletin büyük bölümünü hedefe koymanın bir anlamı kalmıştı.

“Muhafazakar ve dindar” bir Cumhurbaşkanı, “muhafazakar ve dindar” tabanını konsolide etmek için bir yalanı tekrarlamaktan, küfürlü konuşmaktan geri durmuyor ve “muhafazakar ve dindar” tabanı buna sadece alkış tutuyordu.

Biri de çıkıp, yalanın ve küfürün dinle, imanla, ahlakla, muhafazakarlıkla bağdaşmayacağını söylemeye cesaret edemiyordu.

★★★

Kimse artık Cumhurbaşkanı’ndan ve destekçilerinden karşı mahalleyle empati yapmasını bekleyecek ya da “aynı şey sizin için söylense ne yapardınız” diyecek kadar saf değil.

Ancak insan küfürün ve yalanın sorumluluk makamında oturanlarca bu kadar kolay dillendirilmesi, böyle büyük bir camia tarafından bu kadar kolay kanıksanması karşısında ne diyeceğini bilemiyor.

Ünlü şairimiz Özdemir Asaf’ın ünlü dizelerinden (“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler”) ilham alarak yazımı şu satırlarla bitirmek isterim:

“Siyaset hızla kirleniyordu/ Birinciliği iktidara verdiler.”