Anayasa tartışmalarını ilk kez üniversitede okurken (1956-1961)  duyar olmuştum. İktidarda Demokrat Parti vardı. Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar, Demokrat Parti milletvekili olarak TBMM’ye girdiyse de Cumhurbaşkanı seçilince yasa gereği partisinden istifa etmişti. Ama bastonun sapını “D.P.” harfleri şeklinde yaptırmıştı. Amerikan Koleji mezunu Adnan Menderes başbakandı. Görünürde ülkeyi o yönetiyordu. Adnan Menderes rivayete göre “Odunu aday göstersem, o da seçilir” diyecek kadar otokrat bir siyasi liderdi. TBMM  salonunun duvarında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazıyordu. Bu sloganın devamı “Millet bu gücünü seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullanır” şeklindeydi. Günlerden bir gün aynı Adnan Menderes TBMM kürsüsünden milletvekillerine iltifat etmek için “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” demiş ve kıyamet kopmuştu. Çünkü Türkiye’de “cumhuriyet” bazı kafalar kopabilir korkusuyla, meclisin önce “hilafetle, saltanatın ayrılmasını” daha sonra da “hilafetin ilgasını” kabul etmesi sayesinde kurulmuştu. Muhalefet (İsmet Paşa diye okuyun) böyle bir ihtimali bertaraf edecek yeni bir anayasa yapılması için bastırmaya başladı. Biraz da bu sebepten 1960’da Silahlı Kuvvetler, İsmet Paşa’nın manevi kanatları altında darbe yapıp Demokrat Parti iktidarına son verdi.  Derhal laikliği de teminat altına alacak, daha sosyal içerikli  yeni anayasa inşasına başlandı. Şunu itiraf edeyim ki; o zamanlar anayasa kavgalarının, büyük çapta “Laiklik-Müslümanlık” fay hattı üzerinde cereyan ettiğinin pek de bilincinde değildim.

CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

Bu satırları (anayasa konusunda uzmanlığım olmadığı için) hata yapmaktan korkarak yazıyorum. Anayasalar medeniyet tarihi kadar eskidir. Sümerler veya Çinliler ilk anayasa yapan uluslardır. Bir bakıma din kitapları da birer anayasadır. Modern anlamda yapıldığı günden beri yürürlükte kalan en eski yazılı anayasa 1787’de Amerika Birleşik Devletleri’nde yapmıştır. Amerikan anayasasında “demokrasi” kelimesi geçmez. Amerikan sistemini tanımlayan “Bu bir cumhuriyettir, demokrasi değildir” (This is a republic, not a democracy) ibaresi, halkın çoğunluğu istese de yönetiminin bir hanedana bırakılamayacağı ve bireyin temel özgürlüklerini kısıtlayan yasaların çıkarılamayacağı anlamına gelir. Amerikan anayasasını yapanlardan Benjamin Franklin “Şimdi bizim neyimiz var?” diye soranlara, “…bir cumhuriyet, eğer muhafaza edebilirseniz” (…a republic, if you can keep it) diye cevap vermiştir. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet de Amerikan cumhuriyeti gibi “muhafaza edilmesi” gereken özellikli bir rejimdir. Bu özelliklerin  başında da laiklik  gelir. Laiklik, hayatta en hakiki mürşidin ilim ve fen olduğuna inanmaktır. Bireyler, inançlarında hürdür. Ancak devlet laik olmak zorundadır. Yani yasama, yürütme ve yargı erklerini ellerinde bulunduranlar, isterse halkın %99.9’u aynı dinden olsun, kararlarını Şeriata göre değil, laik anayasaya ve bilimsel verilere dayalı olarak almalıdır.

DÜNYA GÖRÜŞÜ AYRILIĞI MI, ÇIKAR ÇATIŞMASI MI

AKP’nin enerji kaynağı, Atatürk devrimlerinin etkisi karşısında oluşan tepkidir. Bu da doğaldır. Etki varsa, tepki de olacaktır. Çelişki, hem “laik cumhuriyeti muhafaza etme” hem de halkın “kayıtsız şartsız hakimiyetini” kabul etmededir. Bu çelişki ortadan kaldırılmaz. Çünkü siyasetin  fıtratından doğmuştur. Sırf laik veya dindar rozeti taktığı için kendini “üstün” görenler vardır. Bu üstün görmenin kök sebebi milli gelirden daha büyük pay alma hakkı olduğuna inanmaktır.  Zannedilmesin ki, başka ülkelerde böylesi çelişkiler yoktur. Her ülkede, zahiren ülkenin dinsel ve etnik yapısından doğan “çıkarcı fay hatları” vardır. Çözüm, bireylerin siyaseti zenginleşme vasıtası görmekten vazgeçip, imtiyazsız olmaya  söz vermesindedir. Bu, toplumsal sözleşmedir.  Yazılı anayasa değildir. Ama en “baba yasa” budur.

Son söz: Babayasa yoksa anayasa demokrasi doğuramaz.