Prof. Ümit Kocasakal, Gezi davasını değerlendirdi


Kocasakal, mahkemenin Gezi’yi toplum nezdinde mahkum etmeye çalıştığına dikkat çekti, “Gezi, çarpıtma ve siyasi maksatlarla gerçek dışı suçlamalara maruz bırakılamaz” dedi


Gezi Parkı eylemleri hepimizin bildiği, genç, yaşlı yüzlerce kişinin orada bulunarak gördüğü, neredeyse tüm illerde ve Avrupa ülkelerinde, ABD’de birçok vatandaşın çocuklarıyla birlikte katıldığı ve şiddet sonucu çoğu genç (biri çocuk) 12 vatandaşımızın hayatını kaybettiği bir protesto olayıydı. Parktaki ağaçların kesilerek yerine kışla yapılmasına engel olmak isteyen vatandaşlara polisin tazyikli, su ve gaz bombalarıyla müdahale etmesi ve bunu aralıksız sürdürmesi sonucunda tüm ülkeye yayılmıştı. Gezi Parkı davasından önce beraat eden, sonra tekrar tutuklanan ve 4,5 yıldır cezaevinde olan Osman Kavala için davanın son duruşmasında “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüsten” ağırlaştırılmış müebbet, onun dışındaki 7 sanığa 18’er yıl hapis cezası kararı verilmesi toplumun tüm kesimlerinin büyük tepkisine neden oldu, birçok kentte protesto eylemleri yapıldı. Vicdanları rahatsız eden ve AKP’nin eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da tepki gösterdiği bu kararları Türkiye’nin en önde gelen ceza hukukçularından Prof. Dr. Sayın Ümit Kocasakal’la konuştum.

Yurt içi ve dışından çok sayıda ödüle sahip olan Prof. Dr. Ümit Kocasakal, 2010-2016 yılları arasında arka arkaya 3 kez İstanbul Barosu Başkanı seçilmiş, 2016’da tekrar aday olmamıştır. Halen Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi “Ceza ve Ceza Usul Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanlığı” görevini sürdürmekte, Galatasaray Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi’nde Ceza Hukuku Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır.


ADİL YARGILANMA HAKKI HERKES İÇİN BİR HAKTIR, BUNA UYMAK DA DEVLET İÇİN BİR GÖREVDİR!

- Sayın Kocasakal, Gezi olaylarında polis müdahalesine kadar şiddet yoktu ama bu dava yıllardır sürüyor ve son kararları toplum vicdanının kabul etmediği halkın, medyanın, siyasetçilerin tepkileriyle ortada. Çok deneyimli bir ceza hukukçusu olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz, bu mahkeme tarafsız bir karar mı verdi?

Kavala kararı toplumda doğal olarak tartışılıyor, benim eskiden beri bir görüşüm var ve bu görüşüm şimdiye kadar kişiye göre, temsil ettiği kimliğe veya siyasi çizgiye göre değişmedi, o da şu; Bir olayda hukuki bir ilkeyi savunmak, bundan yararlanma durumunda olan kişileri savunmak, desteklemek ya da karşı çıkmak anlamına gelmez. Çünkü hukukta esas olan hakikaten bütün bireyler bakımından geçerli olacak genel kuralların, ilkelerin var olması ve bunların da Anayasa’mızın 10’uncu maddesindeki “eşitlik ilkesi” uyarınca herkese eşit biçimde uygulanmasıdır, hukuk devleti ilkesi bunu gerektirir. Bu anlamda, adil yargılanma hakkı, kişinin kim olduğuna, cinsiyetine, rengine, inancına, ideolojisine bakılmaksızın herkes için bir haktır, üstelik devlet için de buna uymak bir görevdir, yani bunun bir istisnası, bir tartışması olmaz.



CEZA HUKUKUNUN BİR SİLAH OLARAK KULLANILARAK İNSANLARIN SİNDİRİLMESİ KABUL EDİLEMEZ!

KİMSE BİRİNİN HUKUKSUZ YERE TUTUKLANMASINI ZAFER OLARAK DEĞERLENDİREMEZ!

Kanunda açıkça suç olarak tanımlanmayan bir fiilin suç olarak kabul edilmesi, bundan hareketle insanların sindirilmesi yani ceza hukukunun bir silah olarak kullanılması da asla kabul edilemez. Bu, hukuk güvenliğine, hukuk devleti ilkesine aykırı olur, üstelik hak etmeyen kahramanlar ve mağdurlar yaratabilir, gerçekte tartışılması gereken şeylerin de üstünü örter. Dolayısıyla kimse birinin hukuksuz yere tutuklanmasından, hukuksuz yere mahkum edilmesinden haz duyamaz, duymamalı ve bunu da bir zafer olarak değerlendirmemeli. Sizin, benim, bir başkasının karşı çıktığı, kabullenmediği herhangi bir siyasi çizgi, hareket, davranış kanundaki tanıma uymadıkça ve suçun unsurları da mevcut olmadıkça suç olarak kabul edilip buna göre bir uygulama yapılamaz. Emperyalizmin temsilcisi Soros ve destekçileri, tüm ülkeler için olduğu gibi, Türkiye için de ciddi bir tehdittir. Türkiye’de de temsilcileri vardır, bunlarla mücadele gereklidir. Benim de bu çizgi ve düşünceyle amansız mücadelem var. Ama bu benim hukukçu olarak, insani ve vicdani olarak, olmayan bir suçun varmış gibi gösterilmesine ya da genel olarak ceza hukukunun silah gibi kullanılmasına onay vereceğim anlamına gelmiyor.

YANLIŞ BULUNAN HERHANGİ BİR DAVRANIŞ, BİR SUÇ VEYA SUÇ DELİLİ OLARAK GÖSTERİLEMEZ!

BU KARARDA GEZİ’Yİ TOPLUM NEZDİNDE SUÇ GİBİ GÖSTERME, MAHKUM ETME NİYETİ SEZİLİYOR!

Eğer suç unsuru yoksa, sadece haklı olarak kınanabilse dahi yanlış bulunan herhangi bir davranış, bir suç veya “suçun delili” olarak gösterilemez. Burada Gezi’ye karşı aslında onu toplum nezdinde kriminalize  etme, mahkum etme gibi bir niyet seziliyor, zaten Cumhurbaşkanı uzun zamandır bununla ilgili söylemler içinde. Ben şöyle düşünüyorum; Gezi protestoları –protesto en doğru ifadedir- tamamen bir kamu vicdanı tepkisi olarak başladı, hepimiz yaşadık, fakat sonradan içine bir takım sızmalar oldu. İlkesel olarak Anayasa’nın 34’üncü maddesinde yazılı “izne tabi olmayan Anayasal bir hakkın kullanılması” söz konusu. Yani, orada bir Anayasal hak kullanıldı ve izne de tabi değil ama sonradan bölücü ve dış destekli bazı yapıların, üstelik “o zamanki hükümeti korumak adına” protestoları anlamından koparmaya yönelik ve kabul edilemeyecek sızmalar bu hareketin Anayasal bir hak kapsamında gerçekleştiği gerçeğini değiştirmiyor.



“BANA GÖRE 2 GEZİ VAR; BİRİ HALKIN GEZİ’Sİ, DİĞERİ TEZGAHLANAN VE BÖLÜCÜ SLOGANLARLA ANLAMINDAN SAPTIRILMAK İSTENEN GEZİ!”

“HALKIN ANAYASAL DEMOKRATİK HAKKININ GÖSTERGESİ OLAN GEZİ, GERÇEK DIŞI SUÇLAMALARA MARUZ BIRAKILAMAZ!”

Bana göre 2 Gezi var; birisi Türk Bayrağı altında ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla şekillenen, yerli ve milli karakterli bir “halkın Gezi’si” var, bir de bunu farklı bir yere çekebilmek adına tezgahlanan –hatırlıyoruz hepimiz- bölücü bayrak ve sloganlarla kirletilmek, anlamından saptırılmak istenen bir başka Gezi var. Hangi Gezi’yi ele aldığınız önemli. Bana göre halkın vicdanının, Anayasal demokratik protesto hakkının bir göstergesi olan Gezi, bu tür çarpıtma ve siyasi maksatlarla gerçek dışı suçlamalara maruz bırakılamaz. Bu da işin ikinci yanı. Üçüncüsü; tutukluluk bir ceza değil, yani bir insanı tutuklamak ona ceza vermek olmadığı gibi, tutuksuz yargılamak da beraat ettirmek demek değildir. Mahkumiyetle beraat ayrı şeylerdir, tutuklulukla tutuksuz yargılama ayrı şeylerdir. Tutukluluk “kaçmasın, delilleri karartmasın, tanıklar ve bilirkişiler üzerinde baskı yaratmasın” diye bir tedbirdir, temeli bu. Anayasa Mahkememiz çok net bir şey söylüyor, diyor ki; Başlangıçta ortaya konulan tutukluluk gerekçeleri zaman geçtikçe kuvvetlendirmek zorundasınız, çünkü zaman geçtikçe kişilerin de hürriyetten mahrum kalmaları arttıkça sizin bu gerekçeleri daha da netleştirmeniz gerekir ve sadece “kanundaki ifadelerin tekrarı bunun için yeterli değildir”. Kim olduğuna bakmaksızın bu kadar uzun bir tutukluluğun hukuki anlamda isabetli görülebileceğini düşünmüyorum. Bu durumun gerekliliği ve hukukiliği ikna edici bir şekilde ortaya konulamadı.

AİHM KRİTERİ; “MAHKEMEDEKİ BİR HAKİMİN TARAFSIZLIĞINDAN KUŞKU DUYULACAK BİR AİDİYETİ BULUNMAMALIDIR”

- Bu bilgiler ışığında son duruşmada verilen kararlar hukuken ne kadar doğru ve ortaya çıkan büyük tepkideki haklılık payı nedir?

Türkiye’de önce temel bir sorundan başlayalım, bir mahkemenin kararının kamu vicdanında yer edebilmesi için öncelikle olmazsa olmaz bir koşul var “mahkemelerin, yargının bağımsız ve tarafsız olması”. Bir mahkemenin bağımsız ve tarafsız olduğunu nasıl anlayacağız ya da buna kim karar verecek? Tam da bu noktada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir mahkemenin bağımsız ve tarafsız olduğunun kabul edilebilmesi için öncelikle bu mahkemenin teşekkül biçimine bakıyor: Kimler seçiyor, kimler atıyor, onu oraya seçen kurul nasıl belirleniyor. Dolayısıyla teşekkül biçimi, yapısı ve uygulamaları itibariyle dışarıya karşı bağımsız ve tarafsız olduğu ya da olacağı izlenimini vermesi gerekir. Bunun yanı sıra, içinde yer alan herhangi bir hakimin de tarafsızlığından makul olarak kuşku duyulmasını gerektirecek herhangi bir mensubiyetinin, bir söz ve davranışının da bulunmaması gerekir. Demek ki mahkemenin bir bütün olarak sadece nesnel olarak bağımsız ve tarafsız olması yetmiyor, bu hususta dışarıya karşı böyle bir algıyı da oluşturuyor olması gerekir. İçinde yer alan kişilerin bu algıyı zedeleyebilecek bir konum ve durumlarının bulunmaması gerekir.

YAŞANANLAR, SİYASETİN GÖLGESİNİN YARGI ÜZERİNDE OLDUĞUNU ÇOK NET ŞEKİLDE ORTAYA KOYUYOR!

Şimdi bu dava üzerinden bu testimizi yapalım; bir hukukçu olarak üzülerek söylüyorum, günümüzde Türkiye’de yargının gerek oluşum gerekse işleyişi bakımından tarafsız olduğu, olacağı yönünde herhangi bir haklı, makul algı var mı? Tam tersine; bugüne kadar yaşananlar, özellikle son yıllardaki yargı pratiği, mahkemelerin bağımsız ve tarafsız olamayacağı, aksine siyasetin gölgesinin çok güçlü bir vaziyette yargı üzerinde olduğunu net biçimde ortaya koyuyor, bunlara yüzlerce örnek verilebilir. Bir ülke düşünün ki yerel mahkeme, istinaf mahkemesinin kararını ve Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyor ve uymuyor, bu bir ülke için kıyamettir. Kararın içeriğini yanlış bulabilirsiniz ama onu tanımama, uymama gibi bir şansınız olabilir mi? Yine bir ülke düşünün ki Yargıtay önüne gelebilecek bir olayda “suçun varlığıyla ilgili” açıklama yapabiliyor, bakınız Amiraller Davası’nda Yargıtay’ın açıklaması. Skandal ötesidir ve ne üzerine vazifeyse arkasından Danıştay geliyor.

BİR ÜLKE DÜŞÜNÜN Kİ CUMHURBAŞKANI YARGIYA SÜREKLİ HÜCUM EDEBİLİYOR, HAKİME “SEN KİMSİN” DİYEBİLİYOR!

HAKİMLERİN AÇIKÇA HEDEF ALINDIĞI BİR ÜLKEDE YARGI BAĞIMSIZLIĞI HOŞ VE BOŞ BİR İFADEDİR!

ADALET BAKANI BAŞKALARINDAN ÖNCE CUMHURBAŞKANI VE BAKANLARI “HUKUK DEVLETİNE SAYGIYA” DAVET ETMELİ!

CUMHURBAŞKANI VEYA BİR SİYASİ KİŞİLİĞİN “DEVAM EDEN BİR DAVAYLA İLGİLİ” OLARAK HİÇ KONUŞMAMASI GEREKİR!

Bir ülke düşünün ki, o ülkenin cumhurbaşkanı sürekli olarak yargıya hücum edebiliyor, bir savcının talebi ve hakimin verdiği kararla ilgili olarak “Sen kimsin, biz seni takipteyiz ” diyebiliyor ve Adalet Bakanlığı ile HSK mesajı hemen alıyor, o hakim ve savcı soluğu başka yerlerde alıyorlar. Hakimlerin açıkça hedef alınabildiği ve "gereğinin!" de derhal yapıldığı bir ülkede yargı bağımsızlığı veya tarafsızlığı söylemi hoş ve boş bir ifadeden ibaret kalır. Hemen şunu söyleyeyim; Gezi kararı üzerine gelen tepkilere karşı Adalet Bakanımız “Türk yargısı bağımsızdır, herkesi hukuk devletinin asgari gereklerine saygı duymaya davet ediyorum” diyor, söylem olarak harika! Ama Sayın Bakan bu daveti önce sistematik olarak yargıya müdahale eden Cumhurbaşkanı’na ve diğer bakanlara, siyasilere yöneltmeli ve kendisi de bunun gereğini yerine getirmeli. Yani “istifa” diye bir müessesenin bile kaybolup onun yerini “affedilmek veya affetmenin” aldığı bir ülkede Bakan’ın bu ifadeleri de hoş bir söylemden ibaret kalmaya mahkumdur. Bu durumda dahi bugüne kadar Cumhurbaşkanı’nın konumu gereği aslında hiç konuşmaması gerekirken bir sürü şey söylemiş olması zaten baştan yanlıştır, devam eden bir davayla ilgili Cumhurbaşkanı’nın veya bir siyasi kişiliğin hiçbir şey söylememesi gerekir. Bu nedenlerle asıl ben bir hukukçu olarak siyaseti yargıdan elini çekmeye ve hukuka saygıya davet ediyorum!

KARAR MEVKİİNDEKİ HAKİMİN DAHA ÖNCE MİLLETVEKİLİ ADAY ADAYI OLMASI MAHKEMENİN TARAFSIZ OLAMAYACAĞI ALGISINA YETER!

HAKİMİN DAHA ÖNCEKİ SİYASİ SÖYLEMLERİ KARARIN HUKUKA VE VİCDANA GÖRE ALINMADIĞI DÜŞÜNCESİ OLUŞTURUYOR!

- Bunun dışında hakimlerden birinin daha önce iktidar partisinin milletvekili aday adayı olma konusunun da üzerinde duruluyor.

Haklısınız, bu genel tablonun yanı sıra bu kararla ilgili durumda mahkemenin dışsal olarak bağımsız ve tarafsız olduğu hususunda böyle bir izlenim vermediği, aksine kararın hukuka ve vicdana göre değil de bir takım talimatlara, tavsiye ve telkinlere göre alındığı yönünde maalesef haklı bir düşünce oluşturuyor. Bu dava süresince Cumhurbaşkanı’nın yargıya tavsiye ve telkin anlamına gelebilecek birçok ifadesi olduğu gibi (bu gerçekten vahimdir); zaten ikiye bir çıkmış bir kararda, kararı veren bir üye hakimin daha önceden  Cumhurbaşkanı’nın  Genel Başkanı olduğu siyasi partinin aday adayı olması ve oradaki –Cumhurbaşkanı’nı övücü- söylemleri, böyle bir davada karar mevkiinde olan bir hakimin bu şekildeki bir aidiyeti ve söylemi, karar veren mahkemenin bağımsız ve tarafsız olamayacağı yönünde dışsal bir algı oluşturmaya yeter ve bunun çok ötesine geçer. Bu saatten sonra siz artık bu kararın hukukiliğini dahi tartışacak bir durumda olamazsınız, daha baştan mahkemenin bu yapılanma biçimiyle birlikte karar zaten artık hukuki olmaktan çıkıyor ve teknik hukuk yönünden bir tartışmayı da anlamsız hale getiriyor maalesef.

Dolayısıyla bir fiil, belirli bir siyasi görüş ve kimliğin davranışları ne denli kabul edilemez olursa olsun, eğer kanunda bunu açıkça suç olarak tanımlayan bir madde yoksa, suç olarak kabul edilemez. Buna karşılık bir fiilin suç olmaması yahut yapılan bir haksızlık, fiilin siyaseten ve ahlaken yanlışlığını ortana kaldırmaz ve o siyasi kimlik ve hareketi temize çekip vaftiz etmez...

ADALET TANRIÇASININ GÖZLERİ O YÜZDEN BAĞLI; HUKUK KİŞİLERE GÖRE FARKLI İŞLEMESİN, EŞİT UYGULANSIN DİYE!

- Karşı oy kullanan hakimin “delil yok” demesinden sonra diğer iki hakimin kararlarına dayanak olarak somut delil göstermesi gerekmez mi?

Karşı oy kullanan hakim hem “yeterli delil yok” diyor, hem de “Var olan deliller de hukuka aykırı elde edilmiş deliller” diyor. Bu önemli bir gerekçe. O zaman delil meselesini de ele alalım. Kişilerden, kimliklerden bağımsız olarak. Adalet Tanrıçası’nın gözü o yüzden bağlı, A’ya göre farklı, B’ye göre farklı işlemesin, hukukun herkese kimliğinden, siyasi düşüncesinden, milliyetinden, cinsiyetinden, her türlü inanışından ari olarak eşit olarak uygulanması gerektiğinin sembolü olsun diye. Anayasa’mız 38’inci maddede “hukuka aykırı elde edilmiş delillere dayanılmasını” yasaklıyor, Ceza Muhakemesi Kanunu da 3 ayrı maddede bunu yasaklıyor. Kaldı ki bir önemli ilke daha var, kuşkudan sanık yararlanır ilkesi.  Üye hakim muhalefet şerhinde bunu da söylüyor; konuşmalar vs. hukuka aykırı delil ama “geri kalanlar da yeterli değil” diyor.

BİR HAKİM “DELİLLER YETERLİ DEĞİL” DİYORSA MAHKUMİYET KARARI İÇİN SUÇU SOMUT DELİLLERLE İSPATLAMANIZ GEREKİR!

EĞER SUÇLULUK KONUSUNDA EN KÜÇÜK ŞÜPHE VARSA, BUNDAN SANIK YARARLANIR VE BERAAT ETTİRİLİR!

VARSAYIMA, DEDİKODUYA DAYALI SUÇ YARATILAMAZ VE CEZA VERİLEMEZ!

O “yeterli değil” ifadesinin hukukta  bir karşılığı var, sadece bizim değil Kıta Avrupası’nın hukukuna göre masumiyet karinesinin bir gereği olarak, bir olayda sizin bir suç sebebiyle bir kişiyi mahkum edebilmeniz için öncelikle fiilin kanundaki suç tanımına uyması bir yana, uysa dahi bu suçu başka bir oluşa imkan vermeyecek kesinlikte sağlam somut delillerle ispatlamanız gerekiyor. Buna göre eğer suçluluğu konusunda en küçük bir şüphe varsa, bu şüpheden sanık yararlanacak ve sanık beraat ettirilecektir. Yargıtay’ımız bu ilkeyi bütün suçlarda büyük bir titizlikle uyguluyor. O nedenle asıl istinaf mahkemesi ve Yargıtay’dan çıkacak sonuç önemli. Kuşkudan sanığın yararlanacağı çok önemli bir ilkedir, bugüne kadar bu ilkeye çok titizlikle uymuş olan Yargıtay uymaya devam eder mi etmez mi onu bilemem ama bir hukukçu olarak net söyleyebilirim ki sonuçta hukukun gereği ve kanunun emri bu! Şüpheden sanık yararlanacak, bu aynı zamanda “bir takım varsayımlara, zanna, dedikoduya dayalı suç yaratılamaz ve ceza verilemeyeceği anlamına gelir!

CUMHURBAŞKANI’NIN KONUMU GEREĞİ YAPMAMASI GEREKEN AÇIKLAMALARI BU KARARDAKİ SİYASİ GÖLGEYİ ORTAYA KOYUYOR!

MEVCUT DURUMDA SİYASİ DEĞİL HUKUKİ KARAR VERİLDİĞİNE KAMUOYUNU İKNA ETMEK MÜMKÜN GÖRÜNMÜYOR!

HUKUK VE VİCDAN BU DAVADA SOMUT DELİLLERE DAYALI HUKUKİ BİR KARAR VERİLDİĞİNİ SÖYLEMEYE İMKAN VERMİYOR!

BİR HUKUKÇU OLARAK, KİME KARŞI OLURSA OLSUN CEZA HUKUKUNUN EĞİLİP BÜKÜLMESİNE, SİLAH GİBİ KULLANILMASINA SONUNA KADAR KARŞIYIM!

Dolayısıyla tüm bu özellikler ve yargının genel durumu dikkate alındığında bu mahkemenin içeriği (hakimin siyasetle ilişkisi) ve bu davayla ilgili bugüne kadar söylenenler dikkate alındığında sanıklara isnat edilen suçların unsurlarının kuşkudan uzak bir şekilde somut delillerle ispatlanıp buna göre karar verildiği, yani kararın siyasi değil hukuki olduğu, herhangi bir talimat, tavsiye veya telkine dayanmadığını söyleyebilmek, kamuoyunu bu yönde ikna etmek mümkün gözükmüyor. Hukuk ve vicdan burada somut delillere dayalı hukuki bir karar verildiğini söylemeye engel. Yargılananların siyasi kimliklerine, çizgilerine katılmadığım durumlarda bile bir hukukçu olarak ceza hukukunun eğilip bükülmesine, silah gibi kullanılmasına kesinlikle karşıyım. Mesela bakın; birkaç gün önce kararla ilgili olarak Cumhurbaşkanı’nın yine konumu gereği yapmaması gereken açıklamaları karardaki siyasi gölgeyi bence ortaya koyabiliyor.

Şunu da söyleyeyim, ABD’den, AB’den tepkiler geldi karara, hiçbirinin samimi ve hukuk kaynaklı olduğunu düşünmüyorum, hepsi ikiyüzlü ve samimi olmaktan uzak, çünkü aynı ABD ve AB Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında bu hukuksuzluklara gözünü kapamıştı, destekleyip cesaretlendirmişlerdi, o nedenle beni dıştan gelen tepkiler değil, anlattığım hukuki durumlar ilgilendiriyor. Yoksa Kati Piri gibi Türkiye düşmanlarının tepkileri benim açımdan bir değer taşımıyor! Bugünleri hazırlamak adına gerçekleşen, HSYK üzerinden yargının ele geçirilmesinin taşlarını döşeyen 2010 referandumunda evet çığırtkanlığı yapanlar, bugünlerin de müşterek faillerindendir!

KARARLAR VİCDANA VE HUKUKA GÖRE DEĞİL, SİYASİ TALİMATLARLA VERİLMİŞSE, BUNUN CEZAİ VE HUKUKİ KARŞILIĞI VARDIR!

- Davalar devam ederken yıllarca tutuklu bırakılan insanlar, sonunda –Balyoz-Ergenekon’da olduğu gibi- beraat etseler, bir kumpasa kurban gittikleri anlaşılsa bile o kaybolan yıllara karşılık bazen karşılık olamayacak kadar az tazminat alıyorlar, kararı verenler cezalandırılmıyor, bu hukuka uygun mu?

O işler o kadar basit değil.  Elbette vicdani delil sisteminde hakimlerin takdir hakkı var, ancak bu hak sınırsız olmadığı gibi keyfilik anlamına da gelmez. Mahkemeler  kararlarını Türk milleti adına ve de hukuka ve vicdana göre karar vermek durumundadır. Eğer bir takım kararların hukuka ve vicdana göre değil de farklı amaçlarla, bir takım talimat ve tavsiyelerle, siyasi nedenlerle, suç olmadığını bile bile verildiği anlaşılırsa  hem cezai hem de hukuki sorumluluğu doğar. Bu sorumluluğun gereği olarak hukuk içerisinde  hesap sorulur. Hukuk devleti aynı zamanda bir denetim ve sorumluluk rejimidir.

SALDIRISIZ, SİLAHSIZ PROTESTO ANAYASA’DA TANIMLANAN BİR HAKTIR, HİÇ KİMSE VE KURUM ENGELLEYEMEZ!

- Yazdığınız twitte de “Gezi protestosu mahkum edilmek isteniyor” demiştiniz acaba bir daha böyle büyük bir halk hareketi ortaya çıkmasın diye bu kadar ağır cezalar veriliyor olabilir mi?

Böyle bir mesaj da veriliyor olabilir, ona bir şey diyemem ama böyle bir mesaj verilmek isteniyorsa bu mesaj hukuk devleti bakımından doğru bir mesaj değildir. Anlaşılamayan nokta şu; bir iktidarın gitmesini istemek suç değildir, yeter ki bu hukuk dışı, cebir-şiddete dayalı bir düşüncenin hayata geçirilmesi olmasın. Suç olan o. Yoksa bu hükümetin gitmesini istemek nasıl suç olabilir ki? Ona bakarsanız yerine benzerinin, suretinin gelmemesi kaydıyla ben de istiyorum, suç mu şimdi? Dolayısıyla demokratik bir hukuk devletinde elbette mala veya kişilere zarar verme, yakıp yıkma olmaksızın Anayasa ve kanunun ifadesiyle “saldırısız, silahsız” gösteri yürüyüşü, protesto Anayasa’da 34’üncü maddede tanımlanan bir haktır, böyle bir hakkın kullanımı hiçbir kişi veya kurum tarafından engellenemez. Dediğim gibi 2 Gezi vardı, halkın demokratik, vicdani tepkisi olarak  ortaya çıkan Gezi’yi hiç kimse mahkum edemez, çünkü bu halkın vicdanıdır ve hakkıdır ama diğer tarafta bölücü, yıkıcı, belki dıştan yönlendirilen bir takım unsurları ise kabullenmek mümkün değil.

SİZ YARGIYI KUŞATIR, TARAFSIZ VE BAĞIMSIZ OLMAKTAN ÇIKARIRSANIZ BİR HUKUKSUZLUK DİĞERİNİ DOĞURMAYA BAŞLAR!

ANAYASA’YA RAĞMEN SİYASİ İKTİDAR “BEN AYM’ KARARINI TANIMIYORUM” DERSE NEYİ KONUŞACAKSINIZ?

AYM’DE HAKİM TÜRK MİLLETİ ADINA KARAR VERİYOR, ONA SALDIRAN VEYA HAKARET EDENLER TÜRK MİLLETİ’NE SALDIRMIŞ OLUR!

- Gezi’de ölen, yaralanan çok sayıda insan oldu ama hesabı sorulamadı.

Hala bu konuda devam eden davalar var bildiğim kadarıyla. Siz hukuk devletinin özelliklerinden uzaklaşırsanız, yargıyı siyasallaştırırsanız, kuşatıp  tarafsız ve bağımsız olmaktan çıkarırsanız silsile halinde bir hukuksuzluk diğerini doğurmaya başlar ve adaletin yerine gelmesi için işlemesi gereken süreçler işleyemez hale gelir. Bütün bunlarda hepimizin en tepedeki güvencesi Anayasa Mahkemesi’dir. Hem  kanunlar ve kararnamelerin denetlemesi bakımından hem de ülke içinde bir tür insan hakları mahkemesi gibi denetim yapması bakımından. Ama tam da bu noktada siyasi iktidar Anayasa’nın 153’üncü maddesine (herkes açsın okusun, Anayasa Mahkemesi kararları herkesi bağlar diyor) rağmen “Ben Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyorum, saygı duymuyorum, uymuyor ve uygulamıyorum” diyorsa, bir İçişleri Bakanı Anayasa Mahkemesi Başkanı’yla polemiğe girmekte herhangi bir beis görmüyorsa, bir yerel mahkeme AYM Kararına uymuyorsa bütün konuştuklarımız anlamını yitiriyor. O aşamadan sonra neyi konuşacaksınız. Anayasanın 11’inci maddesi “ Anayasa hükümleri Yasama, Yürütme ve Yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır "diyor, o zaman sizi de bağlıyor. Ama siz “beni bağlamaz” diyorsunuz. Bu durumda neyi konuşacağız. Bakın, Anayasa Mahkemesi’nde veya herhangi bir mahkemede hedef gösterdiğiniz bir hakim Anayasa’ya göre Türk Milleti adına karar veriyor. Bu nedenle her kim ki yargıya saldırır, tehdit ve hakaret ederse doğrudan doğruya Türk Milleti’ne saldırmış, tehdit etmiş, hakaret etmiş olur. Durum bu kadar  açık. Bir de, bazı "engeller" sebebiyle bazen hukuk geç işler ama önünde sonunda işler! Bundan kimsenin kuşkusu olmasın...