Bir malikânenin ihtişamlı beyaz kapısının eşiğinde başlıyor hikâye…

Güneşli bir gün, dalları çıplak olduğuna göre bahçedeki ağaçların, sonbahar olmalı mevsim. İkindi vaktidir ihtimal, gölgesi kapıya yaslanıyor adamın.

Bob Ross sağ olsaydı “Kim bilir belki şurada gerçeğin peşinde koşan cesur bir gazeteci vardır, ha ne dersiniz?” derdi kesin.

Biraz prusya mavisi, az da titanyum beyazı… Mikrofon elinde, tıklatıyor kapıyı “Sayın Bezmenler” diyor. ‘‘Lütfen açar mısınız efendim kapıyı?’’ her zamanki beyefendiliğiyle.

Devam ediyor sonra. “Türkiye’den getirdiğiniz paralarla belki bir bardak su ikram edersiniz bize!..’’

★★★

5 N’den ikisi parlıyor.

Yer Türkiye’de değil, kapısı çalınan evin sahibi de o tarihte ünlü bir kaçak olan Halil Bezmen’den başkası değil.

Hikâyenin kalan kısmı kot farkıyla eve nazaran daha alçakta konumlanmış arazide gerçekleşiyor. Taş merdivenlerden bir cengâver açmış kanatlarını söylenerek araziye iniyor.

‘‘Bizim resmimizi yeteri kadar Türkiye’de çektin. Burada da çektin. Kaçakçı başı da yaptın bizi, size yakışıyor mu?’’

‘‘Peki’’ diyor gazeteci. ‘‘Değilseniz bize söyleyin aynen yayınlayalım. Bu ev nasıl alındı?’’

Kitabını yazmış zira gazeteci o evin. İSKİ skandalında klor yolsuzluğunun bulaştığı servetin. Çıkarıldığı mahkemede ‘‘Evet, devleti kazıkladım’’ diyen haramzadenin.

‘‘Evi mevi boş verin siz, beni Türkiye’de kaçakçı başı yapmaya utanmadınız mı?’’ diye mukabele eden cengâver, üç beş saniye sonra gelen aynı soruya ‘‘Benim sorunum değil, ben bilemem. Ben çalışıyorum!’’ diyor.

Sonra bir anda yay gibi gerip sol kanadını, kameraya akın ediyor. Sonra gazeteciye…



★★★

İşte orada alıyor kalemi eline şair: ‘‘Bana bak, vurma’’ diye başlıyor sökün etmiş kelimeleri raks ettirdiği şiirine; gurbet elde olma hasebiyle Nazım olup başladığı dizelere, Neyzen Tevfik olarak devam ediyor…

‘‘Sana su veren itfaiyenin hortumunu” diyor. ‘‘Alemin bağzârını, sümbül-ü verd-ü nârını’’ diyor. ‘‘Devr-i devranını, izzeti nefsini’’ diyor.

‘‘Sâgar-ı naşvedarını’’ diyor; Ahmed Arif oluyor son düzlükte şair; hıncahınç, soluk soluğa,
birazdan ‘Hayın’ yazacakmış gibi kâğıda.

Ceketinin düğmelerini iliğinden çıkarmaya lüzum görmüyor yazarken ama, bırakmıyor sağ elindeki mikrofonu, saçları bile bozulmuyor.

Bir tek renkli kravatı nizami biçimde ceketin önüne süzülüyor son noktayı koyup ‘‘Hadi yürü şimdi’’ dediğinde.

Nefsi müdafaa kuralları çerçevesinde; kamerayı, kameramanı, gazetecilik şerefini, milletin hakkını savunuyor hülasa şair bu şiirinde...

★★★

Son kertede araziye kıvışmış cengâvere de üzülmüyor değilim hani!..…

Muhakkak bir çiftlik fedaisi olarak çıkmaz karşınıza her zaman bunlar.

Sinemacı Latif’in oğlu olarak çıkar karşınıza bir filmde, televizyondaki tartışma programlarından çıkar mesela, gazete köşelerinden çıkar, herhangi bir makamdan çıkar.

Ama mutlak ceket arasından çıkar; gövdesi muktedirin kalın astarının içindedir, başını görürsünüz genelde bunların hep.

Bazıları da vardır ki; en uç dalındaki yapraktan, köklerine kadar ayandır.

Olağanüstü hayat yaşamıştır onlar; ilham verir onlar, umut aşılar onlar, kitaplara konu olur onlar, belgesel olur onlar.

Bakınız: Uğur Dündar.

★★★

Okuduğunuz yazıyı, son yılların en başarılı köşe yazarlarından Ersan Yıldız’ın “LÜTFEN AÇAR MISINIZ KAPIYI?” adlı yeni çıkan kitabından alıntıladım.

Değerli Ersan kardeşimin adıma ithaf ederek beni onurlandırdığı eseri, ülke gündemindeki konulara çarpıcı bakışlar getiren çok etkileyici yazılarla dolu...

Alıp okuduğunuzda bana hak vereceksiniz...