İmam hatip konusunda duyarlı olanlar iyi okusun.



İlk toplu katliam Aydın’da yaşandı, insanları camiye topladılar, ateşe verdiler, 106 kişi diri diri yanarak can verdi, pencerelerin demirlerine yapışmış çocuk elleri vardı.

Son nefesini verene kadar tecavüz edilen kadınlar vardı, ırzına geçildikten sonra elleri bileklerinden kesilip, cinsel organına sokulan 10 yaşında kızlar vardı, yaşadıkları nedeniyle aklını yitiren kız çocukları vardı, eşlerinin önünde erkeklik uzuvları kesilen, kendi erkeklik uzuvları ağızlarına sokulan erkekler vardı.



Üç yıl iki ay sürecek işgal kabusu, işte böyle başlamıştı.



(İlçe ve köy isimlerini özellikle vermiyorum. Ama, devletin arşivlerinde ve Türk Tarih Kurumu’nun belgeli kitaplarında hepsinin tek tek listesi var. O dönemin üzerinde 14 yıl çalıştım, bu yazıda gözlerinize inanamayarak okuyacaklarınızın fotoğrafları bile var.)



Kadınları çırılçıplak sokaklarda gezdiriyorlardı.

Bebelerini emzirmesinler diye, yeni doğum yapan annelerin meme uçlarını kesiyorlardı.

Süngüyle öldürülenler arasında altı aylık bebekler vardı. Tanık anlatımları var, bebeleri damlardan atıp, aşağıda süngüyle tutuyorlardı, gözleri oyulmuş dört aylık bebek vardı, kuyuya atılmış yedi aylık bebek vardı.

Ezan okumasın diye dili kesilen müezzin vardı, kulakları kesilen, burunları kesilen, ağaçlara asılan insanlarımız vardı.

Menderes Nehri günlerce ceset aktı.

Kafaları kesip, sarıkların üstüne oturtuyor, yol kenarlarına bırakıyorlardı.

Köy meydanında dışkılıyor, kendilerini Kuran’ı Kerim sayfalarıyla siliyorlardı.

Tahrip taburları vardı, görevleri savaşmak değildi, imha etmekti, kendilerine gururla lakap takmışlardı, “şeytan taburu” diyorlardı, gazyağı ve dinamit taşıyan kamyonları vardı, Türk köylerini ateşe veriyorlardı, tulumba kullanıyorlardı, çıkardıkları yangınların daha çabuk büyümesi için, gazyağını bu tulumbalarla döküyorlardı.

Camileri sadece yakmıyor, zevk için dinamitle havaya uçuruyorlardı, özellikle camiye götürülüp tecavüz edilen kadınlar vardı.

Eskişehir’i yaktılar.

Kütahya’yı yaktılar.

Uşak’ı yaktılar.

Kuvayı Milliye memleketi köy köy geri alırken, ağaç kovuklarında günlerce aç kalmış, titreyerek sayıklayan minicik çocuklar buluyordu.

Maalesef, oracıkta hayatını kaybetmiş çocuklar da bulunuyordu.

bir bahçeye giremezsen

durup seyran eyleme

bir gönül yapamazsan

yıkıp viran eyleme

Yunus Emre’nin türbesini imha ettiler, ömrü boyunca insan sevgisini anlatan o güzel insanın tee 600 yıl önce toprağa verildiği kabrini dinamitle havaya uçurdular, gaz döküp, toprağını bile yaktılar.

Bilecik’i adeta haritadan sildiler.

Köylerde canlı kedi bile kalmamıştı.

İnsanlarımızın cenazelerini bile ateşe veriyorlardı.

Ertuğrul Gazi Türbesi’ni moloz yığını haline getirdiler, kabire dışkılarını yaptılar.

Bursa’da karınları kasaturayla boydan boya yarılmış yedi yaşında çocuklar vardı, cansız bedenleri tamamen çırılçıplak kadınlar vardı.

Taşa vura vura öldürülmüş bir yaşında bebe vardı.

Uluslararası soruşturma raporundan bir cümle vereyim: “Ağızlarına mavzer sıkarak öldürmüşler, alınlarına bıçakla haç çizmişler.”

Dedim ya, köyün ismi bizde kalsın... Şadiye, Hamide, Veliye, Macide, anneyle üç kızına tecavüz edip, öldürdüler, anne 45 yaşında, kızları 20, 15 ve 12 yaşındaydı.

Bursa hapishanesindeki tüm gayrimüslüm mahkumları serbest bıraktılar, sonra da içindeki Türk mahkumlarla birlikte ateşe verdiler.

Çanakkale’de şehitliklerimize dışkıladılar.

Kuran’ı Kerimleri parçalıyor, sayfa sayfa hela çukurlarına atıyorlardı, insanlarımız o sayfaları çıkarıyor, yıkıyor, ağlaya ağlaya toprağa gömüyordu.

Uşak’ta binden fazla insanımızı süngüyle öldürdüler.

Kuyulara üst üste diri diri insan attılar, Aydın’da mesela, tek bir kuyudan çoğunluğu çocuk ve kadın 57 insanımızın naaşı çıkarıldı.

Erkekleri köy meydanındaki pırnar ağacına ayaklarından astılar, kafa üstü durumda kurşuna dizdiler, insanlarımızın cansız bedenleri kurda kuşa yem oldu.

İngiltere konsolosu İzmir’de yaşananları Londra’ya gönderdiği raporunda yazdı: “Yunan vahşeti korkunç, insanları camilere toplayarak yakıyorlar.”

İnsanların eline kürek veriyor, kendi mezarlarını kazdırıyorlardı, sonra da süngüleyerek o mezarlara ittiriyorlardı.

İzmir’de tanık anlatımları var, çocukların kafasına benzine bulanmış çaput bağlıyor, tutuşturuyor, çığlık çığlığa koşturarak, çırpınarak ölümlerini seyrediyorlardı.

Manisa’yı yaktılar, 18 bin binadan sadece 500’ü kaldı.

Gazeteci Falih Rıfkı gözlemlerini şöyle not almıştı: “Hiçbir kasaba Alaşehir kadar öldürülmemiştir, tutabildikleri kadar kestiler, şu anki manzarasının öylesine bir boşluğu var ki, insana sanki asırlardan beri buraya kimse uğramamış gibi geliyor.”

Yakup Kadri’nin gözlemleri şöyleydi: “Hendekler çürümüş ceset dolu, kokmuş cesetler yüzünden teneffüs bile edemiyoruz.”

Ruşen Eşref ise, o muhteşem kalemiyle, şahit olduğu insanlık trajedilerini şöyle tasvir etmişti: “Aman Yarabbi... Başı yemenimsi bir şeyle şöylecene örtülü, saç örgüleri omuzlarına dökük, göğsü bağrı açık saçık; erkek, namahrem görmeden, sokak sokak yalınayak koşar gibi dolaşarak, her kucağa eğilip ‘Adilem, Adilem’ diye seslenen, sonra durup cevap alacakmış gibi etrafı dinleyen, sonra yine ‘Adilem, Adilem’ diye arana döğüne başka bir köşeye, başka bir yola seğirten o ana... Sesi kulaklarımdan hiç gitmeyecek.”



Ve dün...

26 Ağustos 2022.

Büyük Taarruz’un yüzüncü yıldönümüydü.

Diyanet işleri başkanlığı, cuma hutbesinde güya Zafer Bayramı’nı konu aldı ama... Türk milletini yukarda okuduğunuz yeryüzü cehenneminden çekip çıkaran Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Kuvayı Milliye’yi tek kelime bile anmadı.



26 Ağustos hutbesinde Mustafa Kemal Atatürk’e bir fatiha bile okumayan diyanet, bu milletin diyaneti olabilir mi?



Cuma hutbelerinde, bu topraklarda yeniden ezan okunmasını sağlayan Atatürk’ün adını anmıyor, yolsuzluklara yağmaya talana kulak tıkıyor, tüyü bitmemiş yetim hakkının, beytülmal’ın soyulmasına gözyumuyor, tarikat yuvalarında erkek çocuklarına tecavüz edilmesine, kız çocuklarının diri diri yakılmasına sessiz kalıyor... Camide miting yapılmasına, mihrapta seçim konuşması yapılmasına, ramazan ayında mahyalara belediye başkanlarının isminin yazılmasına, Hazreti Muhammed’e Akp amblemiyle nüfus cüzdanı çıkarılmasına, Kabe’de parti tezahüratı yapılmasına, belediye binasının önüne Kabe maketi kurulmasına, maket Kabe’yi tavaf edenlere zemzem suyu ikram edilmesine, asrın liderimize “hoşgeldin Allah’ın elçisi” diye seslenilmesine, asrın liderimizi “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ilan etmelerine, asrın liderimize dokunmanın bile “ibadet” olduğunu söylemelerine, asrın liderimiz için her gün iki rekat şükür namazı kılmamız gerektiğini söylemelerine, Allahu tealanın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider demelerine, peygamberimize saygı için okunan salavat’ı asrın liderimize monte etmelerine, “Recep Tayyip Erdoğan salli ala Muhammed” diye okumalarına, Akp mitingine katılmanın farz-ı ayn hükmünde olduğunu, yani dinimizin kesin emirlerinden olduğunu söylemelerine, Kabe şeklinde pasta yapmalarına, Kuran’ı Kerim şeklinde pasta yapmalarına, Akp’ye oy vermeyenleri Allah çarpar demelerine, şehit cenazesinde musalla başında oy istemelerine, miting kürsüsüne Kuran-ı Kerim’le çıkmalarına, minare hoparlöründen dombıra çalınmasına, gıkını bile çıkarmıyor ama... Aynı cuma günü, Gülşen’i linç etmeyi ihmal etmiyor, Gülşen’in derhal hapse atılması için adeta çağrı yapıyor.



Camilerimizi parti teşkilatına çeviren, dinimizi böylesine siyasete alet edenlerin, imam hatiplere itibar kazandırması mümkün mü?



İmam hatipliler Gülşen’e mi tepki göstermeli, yoksa İslamiyet’e haçlı seferlerinden daha fazla zarar veren bu zihniyete mi?