Sabah ezanı okunmuştu.

Bahçede kesintisiz akan bulağın soğuk suyuyla yüzümüzü yıkadık. O kadar soğuktu ki kendimize gelmemiz sadece birkaç saniye sürdü.

Kadınlar tandır damıyla kiler arasında mekik dokuyor, çöle gidecekler için azık hazırlıyordu.

Hasırdan örülmüş büyük bir sepetin içine örtü serildi. En alta lavaşlar ve el ekmeği konuldu. Sonra da çeçil peyniri ve lor peynirin karışık olduğu bez torba...

Hamdi Bey’in tarlasını kiralayıp bostan kuran Laz bostancıdan bir gün önce alınmış hafif kırmızıya çalan domatesler ve yeşil soğan da eklendi.

Son olarak ise koca bir karpuz.

İki büyük plastik bidon suyla dolduruldu.

Aynı anda gençler at arabasını hazırlamaktaydı. Araba kapının önüne çekildi. Su bidonları, örsler, tırpanlar yüklendi. Lastik tekerli bilyeli yeni at arabaları, birkaç yıl öncesine kadar öküzlerin çektiği tahta tekerli furgunun yanında devrim gibiydi.

Sıra arabayı çekecek atlara gelmişti. Önce koşum malzemeleri arabanın üzerine konuldu.

Atların karanlık ahırdan güneşe çıktığı anı bilir misiniz?

Önce biraz afallarlar. Gösteri atlarını andırırcasına ritmik hareketler yaparlar. Birbirleriyle oynaşmak isterler. Sonra çayıra doğru yönelir ve kaçmaya çalışırlar. Yularına bağlı zinciri bıraksalar, çayırı ortadan ikiye bölen dereye kadar tek nefeste dört nala koşabilirler.

Ancak bu kez çayıra salınmak için değil, araba çekmek için dışarı çıkarılmışlardı.

Arabanın önüne götürüldüler. Hamutları takıldı. Deriden şinelleri sırtlarına geçirildi. Hamuttan gelen pastronkalar, arabanın ön tarafındaki valoklara takıldı. Hamutları iki atın arasındaki “dişli” denilen uzun odunun ucuna da bağlandı.

Yular ve kantarmalar takılınca araba harekete geçmeye hazırdı.

At arabasının önünde bir kenardan diğer kenara kadar uzanmış 20 santim yüksekliğinde, 30 santim derinliğinde bir sandık vardı.

Arabadaki en küçük ırgat 15 yaşındaydı ve kantarmayı o aldı. Ön taraftaki sandığın üzerine oturdu. Kantarmaları tek eliyle kavradı ve diğer elindeki gunitle atlara vurdu.

Diğer ırgatlar ayaklarını yanlara doğru sarkıtarak oturmuştu.

Çöle gitmek için yola çıkmışlardı (çöl diyorlardı, çünkü çalıştıkları tarlalar yaz aylarında güneşin altında tam bir çöle dönüyordu).

Evin en yaşlı kadını arkadan “yolunuz açık olsun, bereketli olsun” diye seslendi.

Araba ince uzun yolunda doğuya doğru ilerledi. Güneş yeni yeni kendini gösteriyordu. Ufuk çizgisi turuncuya kesmişti.

Yol kenarındaki söğüt ağaçlarında yuva kurmuş serçeler ve kargalar yeni uyanıyordu. Onların sesini atların nal sesi bölüyordu.

Bir süredir sessiz ve hareketsiz oturan ırgatlar birden ellerini açıp dua etmeye başladılar. Mezarlığın önünden geçiyorlardı ve bir mezarlığın yanından geçerken, orada yatanlara Fatiha okumak önemli bir gelenekti.

Mezarlığının hemen ilerisinde eski Ermeni mezarlığından kalma birkaç uzun mezar taşı, arabayı süren genç ırgatın tarlayı bulmak için kullandığı en önemli referanstı.

Hafif yan yatmış uzun mezar taşına vardıklarında, kantarmanın sağ tarafını çekti. Atlar sağa doğru koşmaya başladı. İki tarla arasındaki toprak yoldan iki kilometre kadar daha gittiler. Tarlanın başına varmışlardı. Gençler atları yakındaki çayıra zincirlerken, en yaşlı ırgat örs tahtasının üzerine yan oturup tırpanların ağzını çekiçle dövmeye başlamıştı. Çekiçle vuruyor, tırpanı ileri doğru kaydırıyor, tekrar vuruyordu.

Bir diğer ırgatın görevi elindeki uzun masatla dövülmüş tırpanı bileylemekti.

Bileyleme işi bitince herkes tırpanını aldı, masadını belindeki kayışa yerleştirdi.

İlk sıraya en güçlü ırgat geçti. ‘Ya Allah!’ diye tırpanı sallamaya başladı. O bir metre gittikten sonra ikinci ırgat, bir metre sonra diğeri...

Beşi de aynı anda tırpanı indiriyor, aynı anda kaldırıyordu. Beşi birden tarlanın bir ucundan diğer ucuna geldiğinde 6 metre genişliğinde bir alan biçilmişti. Tarlanın başında tırpanlarını yeniden masatladılar.

Öğlene kadar tarlanın üçte ikisi bitmişti. Gelirken atları süren çocuk, ilk biçilen otları arabanın üzerinde toplayıp gölgelik yapmış, yiyecek sepetini altına kamufle etmişti. Susayan olursa da arabanın üzerine yerleştirdiği küçük musluklu bidondan su doldurup yetiştirmişti.

Yemek saati geldiğinde gölgelik haline gelmiş arabanın yamacına oturdular.

Karpuzu kesip bir süre güneşte beklettiler. Testi misali karpuzun üzerindeki su buharlaşırken iç tarafının soğuduğunu biliyorlardı.

Çeçili lavaşa sarıp dürmek yaptılar. Bir yandan domates ve soğanı, diğer yandan dürmeği ısırdılar. Karpuz da bitince sigaralarını yaktılar. Birinci içen de vardı, Samsun içen de...

Sonra yeniden işe koyuldular:

Hayda da hayda...

Güneş batıp eve döndüklerinde dizlerindeki ve kollarındaki yorgunluk sızısının yanında alın terinin karşılığını alabilmenin, doğdukları yerde doyabilmenin mutluluğunu yaşıyorlardı.

Köylülerin fırından somun ekmek aldığı, somun ekmeğin de 7,5 liraya satılmaya başlanacağı şu günlerde, köylünün, toprağın ve emeğin kıymetini yeniden anlayabilmemiz dileğiyle...