Ekonomide istikrar öncelikle “fiyat istikrarı” yani düşük enflasyon demektir. İstikrar paketlerinin öncelikli hedefi enflasyonu düşürmektir. Optimum enflasyon (TÜFE) gelişmiş ekonomilerde yıllık %2, az gelişmişlerde yıllık %4’tür. Düşük enflasyon, ülke ekonomisinin “denklik/denge” halinde olduğunu gösterir. Bu denklik dış borç almadan devam ediyorsa, o ülkenin ekonomisi “yapısal olarak” istikrarlıdır. Eğer denklik ancak sürekli dış borçla sağlanıyorsa, istikrar sürdürülemez. Taşıma dövizin aksaması, döviz fiyatlarını fırlatır, döviz fırlayınca fiyat istikrarı da berhava olur. O zaman akla şu soru geliyor: Madem ki, dış borçlanmaya dayalı bir ekonomi politikası istikrarsızlığın kök sebebidir, niçin ekonomileri istikrarsız ülkelerin yöneticileri, dış borç almaktan vazgeçip, ekonomilerini yapısal olarak dengeli hale getirmiyorlar? Çünkü istikrarlı denklik hali de mutlaka “iyi” değildir. Denklik, “kötü” noktada da oluşabilir. Mesela (Keynes’e saygılar) denklik yüksek işsizlik varken de oluşabilir. Fakir veya az gelişmiş ülke ekonomilerde istikrarsızlığın temel sebebi siyasilerin (halkın) “fakirlikte denge” halinden “zenginlikte denge” haline geçme arzusudur. Bu geçiş sancısız olamaz. Daha kötüsü hem sancı çekilir hem de dönüşüm gerçekleşmez.

TÜRKİYE ORTA HALLİ BİR ÜLKEDİR

Estonyalı-Amerikan iktisatçı Ragnar Nurkse, (1907-1959) “Fakir ülkeler, fakir olduğu için fakirdir” (Poor countries are poor, because they are poor) diyerek fakirliğin aslında bir kısır döngü olduğunu çarpıcı bir şekilde vurgulamıştır. Aynı mantıkla; zengin ülkeler zengin olduğu için zengin, orta gelirli ülkeler, orta gelirli olduğu için orta gelirlidir, denebilir. 1900’lerin başındaki sınırları içinde yaşayan 20 milyon nüfusunun %25’i varlıklı gayrimüslimlerden oluşan ve büyük bir ordu besleyen Osmanlı Devleti “orta gelir” düzeyinde bir ülkeydi. Bugünün Türkiye’si de orta gelirli bir ülkedir. Dünya Bankası’nın Satın Alma Gücü Paritesi’ne göre yaptığı hesapla ülkemizde kişi başına milli gelir (GSYH) 2021’de yıllık 31 bin dolardır. Yunanistan, Slovakya ve Romanya ile aynı kümedeyiz. Bu düzeyde bulunmak, içinde 4 milyon mülteci barındıran, petrolü ve doğalgazı olmayan 86 milyonluk bir ülke için fena değildir. Ama Türkiye ekonomisinde istikrarsızlık (yüksek enflasyon) yapısaldır. Bunun da kök sebebi “döviz dengesi”nin kurulamamış olmasıdır. Dıştan sermaye gelmeyince dövizde araz açığı ortaya çıkmakta bu da döviz fiyatını yükseltmektedir. Döviz fiyatı artınca kısa bir süre için cari açık kapanmakta ama devalüasyonun ardından artan iç fiyatlar yüzünden kurun rekabetçiliği buharlaşmakta yani başlanılan noktaya geri gelinmektedir. Bu kısır döngüyü kırmaya çalıştığımız bir dönemde, ülkemiz maalesef yakın tarihinin en yıkıcı “çifte” depremine maruz kaldı. Millet olarak adeta depresyona girdik. Allah’tan yakında seçimler yapılacak ve halkın yetkilendirdiği bir hükümetle yolumuza devam edeceğiz.

DEPREMDEN SONRA ENFLASYON

Deprem, mal ve hizmet arzını azaltacağı buna mukabil sosyal transfer harcamalarını (talebi) artıracağından enflasyonda bir yükselmeye yol açacaktır. Dış yardımlar sayesinde ithalat yoluyla mal arzı artarsa bu etki sınırlı kalabilir. Ancak depremden önce enflasyonda “kendini doğurma” (self generating) aşamasına girmiş veya girmek üzereydik. Bilinen ismiyle “ücret-fiyat” (wage-price spiral) sarmalı başlamış gibiydi. (Ücreti, gelir olarak okuyun) Her fiyat, satın alan için bir giderken, satan için bir gelir kaynağıdır. “Gelir-fiyat sarmalı”, artan fiyatların altında ezilmemek için, herkesin sattığı mal ve hizmetin fiyatına ilk fırsatta zam yapması demektir. Enflasyon bu aşamaya geçmişse, dizginlemesi çok sancılı olur.

SON SÖZ: Bireyler kurnazlaştıkça, toplum sersemler.