Yurdumuz bir kez daha büyük bir deprem felaketine maruz kaldı. Benim, ilmine  en çok güvendiğim yer bilimci Övgün Ercan’dır. Profesör Ercan’ın dediğine göre, art arda oluşan iki büyük ve bir sürü orta ve küçük sarsıntıdan oluşan bu son depremler kümesi dünya deprem tarihinde nadir görülen dehşet bir olaydır. Dünyanın neresinde olursa olsun çok büyük mal ve can kaybına sebep olacak vüsattadır. Muhakkak ki, bundan sonra da bu kadar büyük ve kapsamlı olmasa bile yeni depremler yaşayacağız. Çünkü Anadolu yarımadasının altında çok uzun çatlaklar (fay hattı deniyor) vardır. Yer kürenin  bu bölgesi sürekli hareket halindedir. Ben bu konuda daha fazla ukalalık etmeyeceğim. Zaten hepimiz depremler hakkında yüzeysel de olsa bilgi sahibiyiz. Üstelik çoğumuz hayatımız boyunca birden fazla deprem yaşamışızdır. Şurası bir gerçek ki; 18 bin kişinin öldüğü 1999 Gölcük depreminden sonra Türkiye’de deprem konusunda çok büyük bir uyanma oldu. 2007 yılında yeni bir “Deprem Yönetmeliği” yapıldı. 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. Kentsel dönüşüm başladı. On binlerce az katlı eski bina yıkılıp, yerlerine depreme dayanıklı yüksek binalar inşa edildi. TOKİ, deprem yönetmeliğine uygun olarak inşa ettirdiği apartmanlardan müteşekkil yepyeni mahalleler kurdu. Deprem vergisi kondu. Zorunlu deprem sigortası ihdas edildi. Ama bu son depremde, başta hangi tarihte inşa edildiğini öğrenemediğim hastaneler dahil kamu binalarının dahi yıkılması gösterdi ki; yapmamız gereken daha çok ödevimiz var.

OLAY YOK VESİLE VAR

İnsan zihni, ilgili veya ilgisiz her olayı kendi inancını veya siyasi tercihini teyide yani doğrulamaya bir vesile olarak kullanır. Gölcük Depremi’nden sonra kendilerince dindar kişiler bunun aslında, kadınların kısa kollu elbiseler giymesinden hoşnut olmayan Allah’ın kullarına bir “kendinize gelin” uyarısı, hatta cezalandırması olduğunu iddia etmişti. Maraş depreminden sonra, olayın nedeni olmasa bile oluşan hasarın sebebi “neoliberal” kapitalizmdir diyenler çıkacaktır. 1939 yılı Aralık ayında Erzincan’da büyük bir deprem olmuştu. Bu depremde 117.000 bina yıkılmış, 33 bin kişi ölmüş ve 100.000 kişi yaralanmıştı. Türkiye, bugüne kıyasla çok ama çok fakirdi. Afetlerle mücadele imkan ve kabiliyeti son derce sınırlıydı. Tek parti sistemi vardı. CHP iktidardaydı, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı idi. Devletçi bir iktisat politikası uygulanıyordu. O depremin büyük hasar vermesiyle devletçilik arasında hiçbir ilişki yoktur. Ama ideolojik körseniz, devletçilik kötüdür diyebilirsiniz. 17 Ocak 1995’te  depreme dayanıklı inşaat ustası Japonya’nın Kobe kentinde 7.2 büyüklüğünde bir deprem oldu. Gerek deprem gerekse deprem sonucu ortaya çıkan yangın yüzünden 1,5 milyon nüfuslu kentte 6.200 kişi ölmüştü. Japonlar “biz adam olmayız” demedi.

DEPREM VE BEN

Bu çift hörgüçlü depremin milli gelirimize sayısal olarak nasıl yansıyacağını “veriler oluşmadığı” için hesap edecek durumda değiliz. Ama pahalılığı artıracağı kesindir. Üstelik bu kabil büyük depremler, afet bölgesi sakinlerine göre daha düşük dozda olmakla birlikte ülkenin diğer bölgelerinde yaşayanlarda da sebebini çözemedikleri bir korku ve düzene güvensizlik yaratır. Afetlerden sonra antidepresan kullanımı artar. Böylesi durumlarda bireyin kendini koruma refleksi harekete geçer. Bunlardan  biri de “kendisi” ve “mahallesi” dışında suçlu aramaktır. Bunu eskiden “fısıltı gazetesi” şimdilerde “sosyal medya” üzerinden mahalle arkadaşlarıyla paylaşır. Böylece rahatlayacağını sanır. Ancak herkes aynı şekilde davranınca dışa aktardığı negatif enerjiden çok kendi üstünde olumsuz sinyaller birikmeye başlar. Boşalayım derken sıkıntı yükü daha da artar.

SON SÖZ: Korku, korkunun; öfke, öfkenin mayasıdır.