Değerli okurlarım,

Ülkemiz, 6 Şubat 2023 günü Cumhuriyet tarihinin en büyük deprem felaketi ile karşı karşıya kaldı. Depremin felakete dönüştüğü illerimizden biri de Hatay oldu. Hatay ile ilgili yapılan değerlendirmelerde sık sık Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hatay davası benim şahsi davamdır” deyişine değinildi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile yapacağımız bu söyleşiye “Atatürk’ün Hatay sorununun, Hatay’ın geleceğinin gündemde olduğu bir sırada söylediği bu sözlerinin arkasında yatan nedenleri bize açıklar mısınız?” sorusuyla başlıyorum.



★★★

İlker Başbuğ (İ.B.): Atatürk 8 Ocak 1937 günü “Hatay davası benim şahsi davamdır ve icap ederse yine şahsen halletmem gerekir” ifadesini Cumhurbaşkanlığı Umumi Katibi (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) olan Hasan Rıza Soyak’a söylemiştir.

Hatay konusu Atatürk’ün yaşamında önemli bir yer tutmaktadır. Atatürk, Hatay ve özellikle Suriye cephesinde üç defa görev yapmıştır. İlk görevi Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra, sürgün olarak Şam’da bulunan 29. Süvari Alayı’na tayin edilmesidir...

Daha sonra iki defa Suriye cephesinde bulunan 7. Ordu Komutanlığı’na getirilmiştir.

Ve en son olarak da 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanı olmuştur.

Dolayısıyla, Atatürk bu bölgeyi ve bu bölgenin önemini çok iyi biliyordu.

Bakın 3 Kasım 1918 tarihli Grup Emri’nde Mustafa Kemal Paşa ne diyordu:

“İskenderun, Antakya, Cebel-i Sem’an, Katma, Kilis havalisinin Türklerle meskun olduğu ve Halep halkının dörtte üçünün Arapça konuşan Türk olduğu her vesileyle hatırda tutulmalı ve her davada bu esas alınmalıdır.”

İskenderun, Antakya konusunda, Atatürk’ün yaşadığı ilk acı tecrübe 30 Ekim 1918 günü Osmanlı İmparatorluğu’nun Mondros Ateşkes Mütarekesi’ni (Anlaşması) imzalamasıyla başladı.

Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa; Mondros Anlaşmasını şöyle değerlendirmişti:

“Devlet-i Âliye-i Osmaniyye bu mütareke ile kendini kayıtsız ve şartsız düşmanımıza teslim etmeye izin vermiştir... Ben yapılan mütarekenin sakatlığını gördüm. Bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumunu ilgili makamlara söyledim.”

Mustafa Kemal Paşa; 5 Kasım’da Sadrazam İzzet Paşa’dan şu emri aldı:

“... İngilizlerin İskenderun’u işgale hak ve yetkileri yoksa da Halep civarındaki ordularını beslemek için İskenderun’dan istifade etmek istemeleri farklı bir taleptir.”

Mustafa Kemal Paşa, Sadrazam’a şöyle cevap verdi:

“Sizi temin ederim ki maksat İskenderun’u işgal ve İskenderun-Kırıkhan-Katma yoluyla hareket ederek 7. Ordu’nun geri çekilme hattını kesmektir... İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini emrettim.”

Mustafa Kemal Paşa’nın İngiliz kuvvetlerine ateş açılması emrini verdiğini öğrenen Sadrazam 8 Kasım günü şu emri verdi:

“İskenderun’a çıkacaklara karşı tarafınızdan silah kullanılmasının emri verilmiş olması, devletin siyasetine ve memleketin menfaatlerine katiyen aykırı olduğundan bu emrin derhal düzeltilmesi tavsiye olunur.”

ATATÜRK, İSKENDERUN VE ANTAKYA’NIN İNGİLİZLER TARAFINDAN İŞGAL EDİLMESİNİ HİÇ UNUTMADI

Mustafa Kemal Paşa ise Sadrazam’a şöyle cevap verir:

“... Sizin tarafınızdan da yakından bilinmektedir ki ben hangi hal ve vaziyette bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere bildirilmesine memleketin selameti icabı kabul ettiğim görüşlerimden vazgeçmem tabiaten mümkün değildir. Bununla beraber tatbik ve uygulaması emredilen hususların da arzuladığınız gibi cereyan edeceğine şüphe yoktur.”

9 Kasım 1918 günü İngilizler İskenderun’u işgal etmişlerdir.

Atatürk; Yıldırım Ordular Grubu Komutanı olarak karşı çıkmasına rağmen, İngiltere’nin uluslararası hukuk kurallarını çiğneyerek, İstanbul Hükümeti’nin de bu durum karşısında aciz kalması neticesinde, İskenderun ve Antakya’nın İngilizler tarafından işgal edilmesini hiç unutmadı.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): İskenderun ve Antakya konusu Atatürk’ün yaşamına tekrar ne zaman girdi?

(İ.B.): Sakarya Meydan Muharebesi’nin siyasi sonuçlarının başında Fransa ve Sovyetler Birliği ile yapılan antlaşmalar gelmektedir. Fransızlarla yapılacak anlaşma sancılı olmuştur. Sıkıntı sınırın nereden geçeceği konusunda ortaya çıkmıştır.

Bu konuyu ve özellikle İskenderun, Antakya konusunu daha iyi anlayabilmek için; Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 18 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi’nin gizli oturumunda yaptığı konuşmaya bakmamız gerekir:

“... Arkadaşlar son celsede vermiş olduğunuz karar icabınca Franklin Bouillon (Ankara Antlaşması’nı Fransızlar adına imzalayan diplomat) ile tamamen vuku bulan yol göstericiliğiniz dikkate alınarak müzakerelere devam olunmuştur...

Sınır meselesine gelince, Franklin şöyle konuştu: Netice olarak buna yetkili değilim. Bu konu daha evvel söz konusu oldu, heyetiniz reddetti. Bunu Başbakan Briand’a yazdım. Bu sınır meselesini kabul ettiremediğiniz takdirde dönün, dedi.

Ben, İskenderun ve Antakya’yı tamamen biz ilhak edeceğiz. Bunu parçalayamayız. Esas davamız bundan ibarettir, dedim... En nihayet dedim ki, orada bağımsız bir Türk hükümeti kurulmalıdır. Franklin bunu yapamayız, dedi... Karşılıklı görüşler ortaya konuldu...

Ve en nihayet dedim ki: Pekala, orada bir muhtariyet idare kurulmasını teklif ediyoruz... Franklin bugünden kağıt üzerine yazıp ilan edemeyiz. Çünkü İskenderun ve Antakya’da bunu ilan ettiğimiz gün Halep de Şam da isteyecek... Suriye’de bizim aleyhimize büyük karışıklık olacaktır. Bunu yapacağımızı vaat ederiz, dedi...

ATATÜRK ANKARA ANTLAŞMASI SÜRECİNDE ANTAKYA VE İSKENDERUN KONUSUNDA İSTEDİKLERİNİ ELDE EDEMEYİNCE “BU DAVA BENİM ŞAHSİ DAVAMDIR” DEMİŞTİ

Neticede İskenderun ve Antakya’da bir özel idare tesis olunacaktır.

Asli davamızı ihlal etmemek şartıyla ufak tefek sakıncalar bizi sarsacak şeyler değildir. Bu anlaşmayı yaptığımız takdirde ordumuz daha kuvvetli olacak... Kuvvetli olursak bu sınır hattının dışındaki bazı esas taleplerimizi istemekten bizi ilerde alıkoyacak bir şey olamaz...”

20 Ekim 1921’de Türkiye ile Fransa arasında Ankara Antlaşması imzalandı. İskenderun ve Antakya yöresi Suriye’ye bırakıldı. Ancak Antlaşmanın 7. maddesi ile söz konusu bölgede özel bir yönetim şeklinin kabulü ve Türk varlığı ile kültürünün korunması kabul edildi.

Gazi Mustafa Kemal Fransa ile savaşın sona erdirilmesi ve Türk ordusunun Batı Cephesi’nde kuvvetli olması için İskenderun ve Antakya’da özel bir yönetim şeklinin olmasını kabul etmişti.

18 Ekim 1921 günü söylediği gibi Türkiye kuvvetli olduğu zaman, elbette haklı hukuki taleplerini istemekten geri kalmayacaktı.

Ancak her şeye rağmen Ankara Antlaşması sürecinde, İskenderun ve Antakya konusunda Atatürk tam istediğini o günün koşulları çerçevesinde elde edememişti. İçinde bir burukluk vardı. Bu duygularını 8 Ocak 1937 günü Hasan Rıza Soyak’a şöyle açıklamıştı:

“Bilirsin ki çocuk, 1921 senesindeki anlaşmayı yapanların başında ben vardım. O zaman Mösyö Franklin Bauillon ile bu konuda çok şeyler konuşmuştuk. Onların şimdiki Fransız idarecileri öğrenmemiş veya unutmuş olsa bile, ben asla unutmadım ve unutamam. Bu itibarla defalarca açıkça söylediğim gibi, bu dava benim şahsi davamdır ve icap ederse yine şahsen halletmem gerekir.”

(U.D.): İnanılmaz bir durum. Gerçekçilik, kararlılık ve amaç ve hedeflerden hiçbir zaman vazgeçilmediğini görüyoruz. Dolayısıyla; Yıldırım Ordular Grubu Komutanı ve 1921’de Ankara Antlaşması süresince, Atatürk’ün yaşadıkları İskenderun ve Hatay’ı adeta onun şahsi bir davası haline dönüştürmüş.

Ancak 8 Ocak 1937 günü; ”İcap ederse yine bu davayı şahsen halletmem gerekir” ifadesi konuya başka, farklı bir anlam kazandırıyor. Bunu biraz açar mısınız?

(İ.B.): 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı imzalandı. Bu Atatürk’ün dış politikadaki başarılarından birisi oldu.

20 Temmuz 1936’da da Montrö Antlaşması imzalandı. Böylece Türkiye hem Boğazlar üzerinde tam hakimiyet hakkını elde etmiş hem de uluslararası alanda çok büyük bir diplomatik başarı kazanmıştı.

9 Eylül 1936’da Fransa, Suriye’deki manda yönetimini kaldırıp, buraya bağımsızlık vermeyi öngörünce, İskenderun’un ne olacağı sorunu ortaya çıktı.

Avrupa’da yaşanan gelişmeler de yeni bir dünya savaşının yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu.

Atatürk uluslararası şartların İskenderun, Antakya sorununun yıllardır beklediği çözüme kavuşturulması için uygun olduğunu gördü.

Türkiye 26 Eylül 1936’da ilk adımını attı. Milletler Cemiyeti toplantısında Suriye’ye bağımsızlık verilmesinden yana olduğunu ancak İskenderun Sancağı’nda oturanların da kendi işlerinin kendileri tarafından görülmesine olanak verilmesini istediğini ifade etti.

Atatürk TBMM’nin 1 Kasım 1936 günü yapılan 5. Devre 2. Toplanma Yılı açış konuşmasında İskenderun konusuna ilk defa değinerek şunları söyledi:

“... Balkanlar’da, Batı Asya’da ve Doğu Akdeniz’de mevcut barışın devamı, eski dünyanın birçok diğer yerlerine nispetle daha emin görülmektedir. Türkiye’nin bütün devletlerle ilişkilerinin iyi olduğunu memnuniyetle kaydederim.

Bu sırada milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki öz sahibi olan öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin geleceğidir. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz.

Daima kendisiyle dostluğa çok önem verdiğimiz Fransa ile aramızda tek ve büyük mesele budur. Bu işin gerçeğini bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler.

TÜRKİYE İSKENDERUN SANCAĞINA SAHİP OLDUĞUNDA DOĞU AKDENİZ’DE GÜÇLÜ BİR KONUM ELDE EDECEKTİ

“Önümüzdeki sene, müzakereler ve silahlanma yarışlarıyla büyük bir hazırlık senesi olacağa benziyor. Devletler arasındaki anlaşmazlıkların anlaşmalara varmasını samimiyetle istiyoruz.”

Görüldüğü gibi, Atatürk için İskenderun-Antakya bölgesinin önemi iki nedene dayanıyordu. Birincisi İskenderun-Antakya bölgesinin hakiki sahibi Türkiye’dir. İkincisi ise özellikle Akdeniz’de büyüyen İtalya tehdidine karşı Doğu Akdeniz’de barışın korunması için Türkiye, İskenderun Sancağı’na sahip olmalı ve böylece İskenderun Körfezi’ne hakim olacak bir durum üstünlüğünü kazanmalıdır.

Peki Türkiye İskenderun-Antakya bölgesini kazanmak için nasıl bir strateji izlemeliydi.

Atatürk’ün düşündüğü “Kararlılığın sergilendiği caydırıcılık stratejisi” idi.

Bu stratejinin temeli Milletler Cemiyeti’nin karar süresinde, askeri gücün caydırıcılık etkisinin kullanılmasıydı. Sorun, askeri gücü arkasına alan diplomasi yolu ile çözülecekti.

Atatürk 31 Aralık 1936’da Başvekil İsmet Paşa’ya gönderdiği notta bu stratejinin ana esaslarını yazdı. Notta şunlar yazılıydı:

“Hatay meselesini öteden beri beraber takip edegelmekteyiz...

Hatay dediğimiz topraklar bütün kapsamlı manasıyla Türk topraklarıdır...

Türkiye çok haklı olduğumuz bu davada asla saldırgan durumda bulunmayı kabul etmez...

Ancak Türk ordusunun Türkiye Cumhuriyeti’nin elinden alınmış haklarının elde edilmesine gücü olduğunu gösterir bir durumda bulunması zorunludur... Ordu şimdiden hazırlanmalıdır...

Kısacası askeri hazırlığa başlamakta bir an gecikme bizi dünyaya rezil eder.”

ATATÜRK HATAY’IN İLHAKI İÇİN KARARLILIĞIN SERGİLENDİĞİ CAYDIRICILIK STRATEJİSİNİ İZLEDİ

Bu notta Atatürk’ün İskenderun-Antakya bölgesine Hatay ismini verdiğini görüyoruz.

Ancak Hatay konusundaki görüşmeler pek beklenen şekilde olumlu değildi.

Atatürk İstanbul’da idi. Park Oteli’nde kalıyordu. 5 Ocak günü telefonla İsmet ve Fevzi Çakmak paşalar ile görüştü. O akşam Atatürk, Fahrettin Altay Paşa’yı Park Oteli’ne çağırdı. Altay’ın o geceye ilişkin anısı şöyleydi:

“Geldiğimde kendisini sıkıntılı halde buldum. Biraz da terli idi. İç salona geçtikten sonra balkona çıktı. Sert rüzgarın karşısına göğsünü vermişti. Saçları rüzgardan uçuyor o dalgın dalgın Marmara’yı seyrediyordu. Mutlaka kafasını kurcalayan bir şey vardı. Üşütmesinden korktuğum için; hava çok sert, soğuk alırsınız içeri buyurun dedim. Dalgın bir hal ile döndü ve bir masaya oturdu. Dudaklarından şu cümleler döküldü:

“Paşa biliyor musunuz, ben cumhurbaşkanlığını bırakıp Hatay’ın çete reisi olacağım.”

Başvekil İsmet Paşa ile Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak yaklaşan bir dünya savaşı ihtimalinde, Türk ordusunun bir kısmının caydırıcı bir güç olarak olsa bile Hatay bölgesine kaydırılmasından endişe duyuyorlardı. Sorun; diplomatik yolla, Türkiye ile Fransa arasında bir çatışmaya neden olmadan çözümlenmeliydi.

Bu durumu bilen Atatürk; 5 Ocak gecesi İsmet Paşa, Mareşal Çakmak ve diğer ilgilileri Eskişehir’e davet etti.

Eskişehir’deki toplantıda Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Aras durumu izah etti. Hatay sorununun sulh yoluyla çözümlenebileceğinin kuvvetle muhtemel olduğunu söyledi. Aras bu arada dünyanın süratle ikinci bir dünya harbine doğru gitmekte olduğunu da hatırlattı.

İsmet Paşa pek fazla bir şey söylemedi.

Atatürk Mareşal Çakmak’a düşüncesini sordu. Mareşal, ‘Siz ne emrederseniz, ben onu yaparım, ancak Hariciye Vekili’nin izahından İkinci Dünya Savaşı’nın pek uzak olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle kabil ise kuvvetlerimizi o harp durumu için saklamamız yerinde olur’ dedi.

Atatürk ‘siz hepiniz mutabık olursunuz da ben mi ayrılırım’ diyerek toplantıyı bitirdi. Ayrılırken, Dr. Aras’ı bir kenara çekerek kulağına şunları fısıldadı:

“Sen bu vaziyeti kullanmasını bilirsin...”

Zaten o günlerde, Türkiye-Suriye hududunda Türkiye’nin iki tümeni bulunurken, Fransa’nın biri Antakya’daki garnizon taburu olmak üzere yalnız üç taburu vardı.

Atatürk Ankara’ya döndü.

ATATÜRK, FRANSA’NIN HATAY İÇİN SAVAŞI GÖZE ALAMAYACAĞINI ÇOK İYİ BİLİYORDU

8 Ocak akşamı Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün yanına gitti. Atatürk kendisini oturttu. Düşüncelerini sordu. Soyak aralarında geçen konuşmaları şöyle anlatmıştı:

“Atatürk’e hükümetin Eskişehir’de yapılan bu toplantıdan endişeye düştüğünü söyledim. Neden dedi? Fransızlarla bir harbe sürükleniriz diye korktular.

Garip şey! Çocuk biz istesek bile Fransızlar, Sancak için bizimle bir harbe girerler mi hiç? Bugün Fransa’nın bizzat anavatanı büyük tehlikelerle sarılı bir haldedir. Arkadaşlar bunu nasıl düşünebiliyorlar, görmüyorlar mı ki.

Sancak’a gelince Fransızlardan dünyada böyle bir yerin mevcut olduğunu bilenler yüzde biri, ikiyi geçmez. Evham ve vesvesenin bu derecesine şaştım doğrusu... Hayret, hayret!

Bak sana anlatayım; ben bir askeri harekatın başlangıcı gibi yorumlanabilecek şekilde tertip ettiğim bu seyahati, Hatay’daki Türk çoğunluğunun antlaşmalarla da kabul edilmiş açık haklarını koruma konusunda ne derece hassas ve azimli olduğumuzu göstermek için tercih ettim.

...Davamız sürüncemede kaldıkça, bilhassa Türk ahaliye reva görülen şiddetli baskı devam ettikçe, bir gün içeride (Hatay’da) büyük ve kanlı bir olay ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden iki taraf hiç istemedikleri halde bir çatışmaya sürüklenebilirdi. İşte bu durum ve ihtimalleri ortadan kaldırmak, herkesi vaktinde ikaz etmek içindir ki, harekete geçtim...

Başka bir ifade ile ben bu hareketi, memleketi harbe sokmak için değil, tam tersine ondan kurtarmak için yapmış bulunuyorum. Yoksa Türkiye’yi isteyerek bir harbe sokmaya hakkım olmadığını biliyorum, dedi.”

Hatay konusu Milletler Cemiyeti’nin gündemindeyken Tunceli’de isyan çıktı.

Milletler Cemiyeti’nin kararına göre Suriye bağımsız bir cumhuriyet olacaktı. Sancak’ın ise içişlerinde bağımsız ama dışişlerinde Suriye’ye bağlı ayrı bir varlık sayılması ve özel bir statüye sahip olması önerildi. Suriye, Sancak için kabul edilen bu statüye sert tepki gösterdi. Meclis için Nisan ayında yapılan seçimlerde sorunlar çıktı.

ATATÜRK HASTA YATAĞINDAN KALKIP SANCAĞA YAKIN BÖLGELERDEKİ ASKERİ BİRLİKLERİ DENETLEMEYE GİTTİ

Bu gerginlik üzerine Atatürk, hasta olmasına rağmen Sancağa yakın bölgelerdeki askeri birlikleri denetleme gezisine çıktı. 25 Mayıs’ta Ankara’ya döndü.

Avrupa’da barış ortamının kaybolmasından da etkilenen Fransa, anlaşmazlığı tırmandırmaktan vazgeçerek Sancak yönetimini Türklere bıraktı.

3 Temmuz 1938’de Antalya’da bir askeri anlaşma, ertesi gün de Ankara’da yeni bir Dostluk Antlaşması imzalandı.

5 Temmuz 1938 günü Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki 2.500 kişilik bir Türk birliği Hatay’a girdi. Seçimler yapıldı. 2 Eylül 1938 günü toplanan Hatay Meclisi Tayfur Sökmen’i devlet başkanlığına seçti. Böylece Hatay’ın Suriye’den ayrılması gerçekleşmiş oldu.

Tarihin acı cilvesi, Atatürk’ün Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vilayeti olduğunu görmesine izin vermeyecekti.

Tunceli’de isyan olayları ve Hatay konusunda önemli gelişmeler yaşanırken, 22 Ocak 1938’de doktorlar Atatürk’e karaciğer hastası (siroz) teşhisini koymuşlardı. Ancak o ciddi sağlık sorunları ile boğuşurken bile hayatı pahasına ülke sorunlarına öncelik vermeye devam etmişti.

(U.D.): Atatürk’ün Hasan Rıza Soyak’a “Hatay davası benim şahsi davamdır ve icap ederse yine şahsen halletmem gerekir” ifadesini neden söylediğini gerçekten açık bir şekilde anladık. 7. Ordu Komutanı, Yıldırım Ordular Grubu Komutanı olduğu sırada başlayan bu sorumluluğun neredeyse aramızdan ayrıldığı güne kadar devam ettiğini görüyoruz. Onun bu kararlılığı olmasaydı, Hatay’ın Türk topraklarına katılması gerçekleşebilir miydi?

MİLLETİME SÖZ VERDİM; HATAY’I ALACAĞIM

(İ.B.): Bu sorunuza evet diyebilmek tarihi gerçekler karşısında pek mümkün değil.

Bakın 29 Ekim 1937 akşamı Cumhuriyet Balosu’na katılan Fransız Büyükelçisi’ne Atatürk’ün söylediği şu sözler de bu durumu doğruluyor:

“Ben toprak büyütme dileklisi değilim, barış bozma alışkanlığım yoktur, ancak antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam edemem. Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay’ı alacağım...

Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem, yenilirsem bir dakika yaşayamam...”

- Devam edecek...