Ülkemizdeki ilk modern ruh ve sinir hastalıkları hastanesini kuran Dr. Mazhar Osman, bir gün ünlü bir devlet adamının kendisi hakkında “Deli mi ne?” dediğini duyar. Yanındakilere “Onun bana deli demesi önemli değil” der, “Ama ben ona deli dersem, bir daha Bakırköy’den çıkamaz!..” 

Bu anekdotu okuduğumda hem güldüm, hem de efsanevi hekimin “Bir daha Bakırköy’den çıkamaz!..” deyişinden irkildim.

Nedenini anlatayım:

★★★

TRT’de çalıştığım yıllar...

Günün birinde dinlerken kulaklarıma inanmakta zorlandığım bir ihbar yapıldı.

Telefondaki ses, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin yakın geçmişinde yaşanan insanlık suçlarını anlatıyordu. 

Hastaneye yeni atanan Başhekim Dr. Yıldırım Aktuna’nın desteğiyle yaptığım araştırmalar, ihbarın doğruluğunu ortaya çıkardığında tüylerim ürperdi. Toplumdan gizlenen bazı bölümlerde hastalar, tavandan zemine kadar uzanan demir parmaklıklı koğuşlara hapsedilmişlerdi. Kadın ve erkek hastalar bir aradaydı. Hepsi çırılçıplaktı. Görevlilerin gözü önünde cinsel ilişkiye girenler oluyordu. Yetkililere, bu utanç verici durumu sorduğumda, “Bunlar iyileşme ihtimali olmayan, arayıp soranı bulunmayan hastalar. Üzerlerinde elbise tutmuyor, parçalıyorlar. Bunları zincirlemek lazım ama yapmıyoruz!..” yanıtını aldım.

★★★

Bir başka koğuş yeraltı sığınağına benziyordu. Sadece yol hizasında demir parmaklıklı bir pencere vardı. Rutubet, küf ve pislik içindeydi.

Doktorlar bu bölüme neredeyse hiç uğramıyordu. Hastabakıcılar bile güçlerini ya da acımasızlıklarını göstermek istercesine, küfürler ederek kapıdan yiyecek atıp gidiyorlardı.

Hastaların büyük kısmı açlıktan bir deri bir kemik kalmıştı, perişan vaziyetteydiler.

Burada her türlü ilgiden, sevgi ve şefkatten yoksun bırakılmışlar, hiçbir şeyi sevemez hale getirilmişlerdi.

Bütün varlıkları, yeni bir vuruşa hazırlanan kurbanlar gibi; hep yeni bir acı beklediğinden, donuk bir boyun eğişi dile getirmek zorunda kalarak titriyorlar, bu titreyişle etraflarına bakıyorlardı.

★★★

Koğuşun orta yerinde ahırlardaki gibi bir yalak vardı. Akli dengesi yerinde olmayanlar dışkılarını buraya yapıyordu. Susayanlar çaresizce bu yalaktan su içmek zorunda kalıyordu. 

Tavanda duvardan duvara kalın kalaslar uzanıyordu.

Üzerlerinde de kasapların hayvanları astıkları kancalardan vardı.

Oradan tesadüfen kaçmayı başaran bir kişi, meydan okuyan bir umutsuzlukla bana ve kameraman arkadaşım Tuncay Ural ile sesçi Yalçın Pala’ya göstere göstere ayrıntıları anlattı. Tavandaki kancalara yaşlı gözlerle bakarken ağzından şu ürperten itiraf dökülüyordu: “Hastalar bu kancalara kendilerini asıp intihar ediyorlardı!..” 

Ellerine ters kelepçe takılan dokuz yaşındaki bir çocuk, zalimce dövülerek, kamçılanarak işkence yapılan hastalardan biriydi. Kapatıldığı yerde gökyüzünü bile göremiyordu.

Zavallı çocuk “Ne gelir elden” dercesine, acılarından gelen, anlatılmaz, dayanılmaz bir şekilde, sırtlan sürüsünün içinde parçalanmayı beklermişçesine bakıyordu!..

★★★

Röportaj yaptığımız hasta yakınları da benzer vakaları dile getiriyorlardı.

Hastanenin adli servisinde yaşananlar da program çekimlerinde yer aldı. Bir hekim, cezaevlerinden akıl hastanesine rüşvetle ‘hasta’ yollandığını dile getirdi, bunun amacının bazı hükümlüleri ‘deli raporu’ ile cezaevinden kurtarmak olduğunu belirtti. Diğer hekim, adli serviste hiçbir emniyet tedbiri alınmadığını, bu nedenle cezaevinden hastaneye getirilen birçok tutuklu ve mahkûmun kaçtığını ifade etti. On dört yıla hükümlü bir kişi, nasıl ‘deli raporu’ alındığını, serviste uyuşturucu madde satışı yapıldığını, dışarıya adam kaçırıldığını, yoksul ve sahipsiz hastaların bodrumdaki hücreye atıldığını, çok sayıda insanın canına kıydığını anlattı.

Hastane demirhanesinin ustabaşısı, kor gibi kızgın acısını büküp çekiçle vurmak ister gibi hınçla, kalorifer tesisatının onarımı sırasında bir kuru kafa bulduğunu söyledi. 

Lanetli bir yerleşkeydi burası ve hastalar zaman, yer ve beklenti çarpışmalarıyla karılmış lânetin damgasını yüzlerinde taşır gibiydiler.  Bütün insanların yüzünde soluk, upuzun bir yara izi vardı sanki ve yüzlerinin bir yanından boyunlarına inip bacaklarında yok oluyordu bu yara izi; bir ağacın dimdik gövdesini yukardan aşağı diklemesine yaran bir yıldırım izine benziyordu. Burada, bu devasa işkence ve acı evinde her şey korkunç bir kedere dönüşüyordu.

★★★

“Peki, bu kafatası burada nasıl bulunuyor?” diyerek mikrofon uzattığımda, “Burada sayım yapılmadığından, hasta buraya girmiş, ölmüş, sonra da üzerine beton dökülmüş,” yanıtı verildi.

★★★

Bazı kadın hastalar, gece vakti alınarak, insanlığın da, doğanın da sınırları dışına sürüklenip, hastanenin yakınındaki batakhanelere götürülüyor ve zorla fuhuş yaptırılıyordu. Cehennemden çıkmış karanlık gölgeli, kötü melekler gibi korkunç bir kin, bir öç alma hırsı ile bakıyordu bu yüzden genç hasta kadınlar demir parmaklıklar arasından. Kendini bilememe sancısının cerrahi kesiklerini taşıyan bu genç kadınlar sadece cehennemin farkındaydılar, başka bir şeyin, başka nelerin olduğunun, neler yaşandığının farkında bile değillerdi. Fakat olanları fark eden bir hasta, fuhşa götürülürken itiraz edince, E-5 karayolundan hızla geçen kamyonun altına atılmış, feci şekilde can vermişti.

★★★

Daha sonra Sağlık Bakanlığı da yapan merhum Dr. Yıldırım Aktuna’nın başhekim olmasıyla ortaya çıkardığımız insanlık suçları hastanesinde ‘11. Bölüm’ denilen, kalorifersiz, penceresiz bir yerin varlığı da belirlendi. Bazı hastalar buraya kapatılıp ölüme terk ediliyorlardı.

Demem o ki; şimdi modern bir tedavi merkezi olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Dr. Aktuna’dan önce, hapishaneleri geçiniz, tüm korku ve gerilim filmlerinden daha korkunç, insanoğlunun ne kadar gaddarlaşabileceğini gösteren bir toplama kampıydı...

★★★

Gerçi hastanenin korkunç bir toplama kampı haline dönüşmesi ondan çok sonra başlamıştı ama Dr. Mazhar Osman’a ait anektodu okurken “Bir daha Bakırköy’den çıkamaz...” deyişi üzerine neden irkildiğimi sanırım yeterince anlatmışımdır...