Sizin de dikkatinizi çekmiştir.

Toplumu sarsan her büyük olaydan sonra, genç yaşta kaybettiğimiz değerli mizah ustası dostum Levent Kırca’nın, Oya Başar ve arkadaşlarıyla hazırladığı skeçler gündeme geliyor.

Hepimizi derin acılara gark eden son deprem felaketinin ardından da böyle oldu.

“Olacak O Kadar” ekibinin 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin ardından yaşanan çadır dağıtım skandalını hicveden parodisi sosyal medyada hızla yayıldı.

Zira bugün de aynı durum geçerli.



★★★

“Levent Kırca gerçek sanatçıydı. Kendisini defalarca yeniden hayal eden ve yeniden icat eden, her olaydan her şeyden muazzam bir oyun çıkarabilen büyük bir ustaydı. Ona iki göz yetmezdi, sanki onlarca gözü, onlarca eli vardı ve çok kısa bir sürede her türlü tiplemenin kahramanı olabilme yeteneğine sahipti. Bütün  hünerlerini, ellerinin büyüsünü, gözlerinin ışığını oynayacağı oyuna döker, hayatı, gördüğü ve yaşadığı her şeyi ortaya koyar ve bir yandan güldürüp bir yandan da  düşündürürdü.

Sadece güldürmekle kalsaydı belki de el üstünde tutulurdu ama o bir yandan da sorunları aksaklıkları, düzenin bozuk taraflarını göstermek suretiyle düşündürüyordu.  İşte bu nedenle  Türk tiyatrosunun ve sinemasının bu ünlü aktörüne 1998’de ‘Devlet Sanatçısı’ unvanı verilmiş, fakat ne acıdır ki, büyük sanatçının bu unvanı; Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarınca geri alınmıştı!.. 

★★★

Onun için sadece tek duruş vardı: Dimdik bir duruş. İşte bir bakışın, bir anlayışın, bir aşkın, bir davanın dimdik duruşuna sahip olan dostumuzu, canım arkadaşım Müjdat Gezen’le, hasta yatağında ziyarete gittik.

Hiç unutmuyorum; takvim yaprakları 12 Ekim 2015 tarihini gösteriyordu. Günlerden pazartesiydi.

Kanser soğuk bir yabancı gibi gelip, buz gibi parmaklarıyla karaciğerlerini yoklamaya başlamıştı. Bu nedenle kemoterapi tedavisi görmekte olduğu Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yatıyordu. Sessizce odasına girdik.

★★★

Dostumuz en derin, en yüksek, hem uçurumlara, hem de doruklara bitişik yaşam haritasını gözden geçirir gibi dalgın dalgın yatağının yanındaki camdan dışarıyı seyrederek, kıpırdamadan yatıyordu.

Bizi fark edince, gür kaşlarını sağa sola oynatarak gülümsedi.

Bizi görünce, “Oooo kimler gelmiş” dedi. Bana hep “Yaşa Baba” derdi. Yine “Buyur baba buyur” diyerek takıldı. Sarılıp öpüşürken bizi çok sevdiğini, ziyaretimizden büyük mutluluk duyduğunu söyleyerek şakalar yapmaya başladı.

“Doktor bu sabah beni uyuyor sanıp, hemşireye iyileşmem için tam yüzde bir olasılık olduğunu söyledi. İstanbul’da yürürken bile bu kadar şansımız yoktur! Şimdi sizlerle birlikte Üsküdar Vapuru’nda çay içerek Kız Kulesi’ni seyretmeyi ne çok isterdim” dedi.

★★★

Bunları söylerken sanki, kendisini Üsküdar vapurunda hissediyor, elinde ince belli bir çay bardağı beliriyor, tavşan kanı çayını yudumluyordu. Bardağı gözlerinden bir ara uzaklaştırıp, hayranlıkla çayın rengine bakıyordu. Çay dupduruydu ve inceden bir yel çıkmış, yoğun bir deniz kokusunu getirmişti. Ayağa kalktı, vapurun içinde denize doğru yürüdü. Ellerini beline koydu, gökyüzüne baktı. Taa uzak gökte rengarenk, öyle salınıp duran bir uçurtmaya benzeyen bulut...

Arkaya dönünce sislerin ötesindeki dalgalar içinde gene o belli belirsiz Kızkulesi’ni gördü.

Ruhu esrarlı bir yolculuğa hazırlık yapar gibi dalmış gitmişti. Bu dalgınlıkta kendisini dünyaya  bağlayan bağlar birer birer gevşeyip kopuyordu sanki. Hayal gücü daha da kuvvetleniyordu. Hayalindeki Kız Kulesi görüntüsüne sımsıkı sarılmıştı. Dünyada bir tek Kız Kulesi ve o kalmıştı sanki. Rüzgârın getirdiği bir yağmur bulutu, buz gibi damlalarıyla, yüzünü kamçılamaya başlamıştı. Sis sarmıştı her yanı. Fakat Kız Kulesi hâlâ oradaydı. Uzun uzun bakıyordu Kız Kulesi’ne... Uzun uzun bakıyordu sislerin içinde kaybolan İstanbul’a...

★★★

Sonra bize döndü o unutulmaz mimikleriyle gülümseyerek, hayatının son oyununu oynar gibi espriler yapmaya başladı. Karşılıklı şakalar havada uçuşuyordu. Oysa biz de, sevgili Levent de bu son buluşmamızda rol yaptığımızı biliyor, ama belli etmemeye çalışıyorduk...

Bir ara Müjdat’la göz göze geldik. Ağlamaklıydı. Aslında üçümüz de gülerken ağlıyorduk. Elini avucuma alıp, “Yeneceksin Leventçiğim. Sen neleri yendin. İnanıyorum ki bu da geçecek. O eski perşembe gecelerinde olduğu gibi önce  ‘Arena’, ardından ‘Olacak O Kadar’ ekrana gelecek ve biz yine reyting rekorları kıracağız” dedim. Gülümseyerek, uzun uzun gözümün içine baktı. “Baba bu kez mümkün değil...” dedi. “Neden?” diye sordum. “Çünkü Tayyip Erdoğan izin vermez!..”

★★★

Müjdat, doktorlarıyla görüşebilmek için dışarı çıktığında içini de döktü. Çok kırgındı. Hastalığının üzüntüden kaynaklandığına inanıyordu. “Bu iktidar beni reyting kanallarında çalıştırmadı. Nereye gitsem önümü kesti” diyordu.

Merhum Demirel döneminde verilen ‘Devlet Sanatçısı’ unvanının Tayyip Erdoğan’ın döneminde  alınmasına da içerliyordu.

Son sözleri hepsinden ağırdı: “Biliyorsun beni zindana atabilmek için bir hakaret davası uydurup, hapis cezası verdiler. İki yıldan az olsa cezaevine girilmiyor. Sırf içeri gireyim diye 2 yıl 2 ayı uygun gördüler...” 

★★★

Durdu, soluklandı.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sisin içinden, sonbaharın gelişiyle ıssızlaşan kıyılara, camilerin  kubbelerine, Kız Kulesi’ne, sisin içinde kaybolmuş İstanbul’a baktı yine. Birden sis dağıldı. Sisten, yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgârdan sonra, sonbahar yaprakları uçuştu havada. Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürüyüşün sarı rengi gelmiş olan yapraklar...

“Fakat onların istediği gibi olmayacak. Ben burada öleceğim!” dedi gülümseyerek.

Şakaya vurma sırası bana gelmişti. “Bak bu konuda bile espri yaptığına göre sen buradan yürüyerek çıkacaksın” dedim. Güldü. “Cumhuriyet’le kalın, Atatürk’le kalın, hoşçakalın” diyerek  gözleri ağır ağır kapandı ve dudağında buruk bir tebessümle uykuya daldı.

Sevgili arkadaşımız bir daha da uyanamadı...”

★★★

Okuduğunuz satırları edebiyat ustası kardeşim Hasan Baran’ın yakında çıkacak olan “Hayatımın Sırları-Uğur Dündar ve Türkiye’nin Son 50 Yıldaki Gerçek Hikayesi” adlı romanından alıntıladım.

Hasan Baran’ı kutluyor, romanı tutkuyla okuyacağınıza ve önümüzdeki yaz aylarının en çok okunan eseri olacağına yürekten inanıyorum.