Hiç aksatmadan devam ettiğim İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde muhteşem hocalarımız  vardı. Onlardan biri, Milliyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı; aklıma geldikçe oturup düşündüğüm, düşündükçe kendimi daha da üzgün hissettiğim, gözlerimin önünden geçen hayat hikâyesinin her karesine ayrı bir anlam katan, ülkede toplumsal kargaşa hâkimken uzlaşma temalı fikirleriyle insanları aydınlatmaya çalışan, ne yazık ki söyledikleri bazı kesimlere fazla gelen ve bir suikasta kurban giden halk bilgesi, efsanevi gazeteci Abdi İpekçi’ydi.

“Uğur, bu sınıftan üç gazeteci çıkacaksa biri mutlaka sen olacaksın,” demişti bana.

Onun bu sözleriyle enerji ve coşku durumum artmıştı. Ailemin de mali sıkıntısını göz önüne alarak daha çok çalışmış, üniversiteyi başarıyla bitirmiştim.

Diplomama kavuştuğum gibi, soluğu hocam Abdi İpekçi’nin yanında aldım. Çok sevdiğim bir gazete olan Milliyet Gazetesi’nde çalışmak için iş başvurusunda bulundum. Ercüment Karacan’ın sahibi olduğu Milliyet, Abdi İpekçi’nin yönetiminde bağımsız gazetecilik yapıyordu. Beni hiç unutmayan hocama hakkımdaki sözlerini ve geleceğimle ilgili öngörüsünü hatırlattım.

Abdi İpekçi, “Hakikaten iyi gazeteci olacaksın. Ama şu anda kadro çok şişkin… Sen en iyisi bir an önce askerliğini yap, onu aradan çıkar. Ben o arada sana bir imkân yaratayım” yanıtını verdi.

Aradan çıkar dediği askerlik o tarihte 24 ay süreyle yapılıyordu.

Genç bir insan için hiç bitmeyecekmiş gibi gelen, upuzun 2 yıl…

Teğmen Uğur Dündar


★★★

Hocamın sözünü tutarak derhal yedek subaylık başvurusunda bulundum. Sınav sonucunda vatani görevimi yapacağım Tuzla Piyade Okulu’nda 73. dönem yedek subay adayları arasındaki yerimi aldım. İlk 6 ayı kapsayan öğrencilik görevimin başlangıcında yaşça (22) en küçük aday olmama rağmen boyumun uzunluğu nedeniyle 3. Bölüğün kıdemlisi seçildim. Sorumluluk üstlenmeyi seven kişiliğim, yaşça benden çok büyük arkadaşlarıma (35 yaşında olanlar vardı) komuta etmemi kolaylaştırıyordu. Bizim bölük, Yedek Subay Taburu’nun en iyi yürüyen, marşları en güzel söyleyen bölüğü olarak anılıyordu. Meslekteki en eski arkadaşım, kadim dostum Haluk Şahin’le 3. Bölük’te tanıştım. Bölüğümüzdeki ünlülerden, o tarihteki Türkiye 1. Ligi’nin gol kralı İstanbulspor santrforu Bilge Tarhan da dönem birincisi oldu.

Başlangıçta hiç bitmeyecekmiş gibi gelen okul dönemi, aramızda oluşan arkadaşlık ve güçlü dayanışma duygularıyla kaşla göz arasında sona erdi. Sıra, Yedek Subay Asteğmen olarak kuraların çekildiği güne geldi.

Tuzla Piyade Okulu’nda 4 bölük vardı. Bölük kıdemlileri için hazırlanan kuraya ben de katıldım ve 3 boş, bir dolu arasından doluyu çekip okulda kaldım.

Böylece öğrencilik yaptığım 3. Bölüğün Takım Komutanı oldum ve peş peşe gelen yedek subay dönemlerindeki adaylara eğitim vermeye başladım.

Bir yıl süren asteğmenliğin ardından son 6 ay için teğmen oldum ve omuzuma yıldız taktım.

Bölük komutanımız o tarihlerde binbaşı rütbesinde olan merhum Kemal Altınbaş idi. Çok iyi kalpli, babacan bir insandı.

Bir hafta sonu nöbeti yaklaşırken okul komutanı Tuğgeneral Nedim Dikmen makamına çağırdı. Tatlı sert bir komutan olarak tanınan Dikmen, hemen konuya girdi:

“Teğmenim, destek kıtalarının erat mutfağında askerin etinin çalındığı ihbarları geliyor ama hırsız veya hırsızlar bir türlü yakalanamıyor. Sana özel görev veriyorum. Hafta sonu nöbetinde başka işlerle uğraşmayacaksın ve Mehmetçik’in etine göz diken bu namussuzları suçüstü yakalayacaksın. Haydi, göreyim seni!” 

-Emredersiniz! Size söz veriyorum, eğer gerçekten bir hırsızlık varsa, Mehmetçik’in etini çalanları mutlaka yakalayıp size teslim edeceğim komutanım.

Nöbetin başladığı cumartesi günü karayel sert esiyordu, soğuktu, lapa lapa kar yağıyordu. Yüzlerce askere yemek pişirilen erat mutfağına girip çıkanları görebileceğim bir yere gizlendim. Soğuktan iliklerime kadar titriyordum. Saatler geçiyor ama gözüme olağandışı bir görüntü çarpmıyordu. Derken, bir şey dikkatimi çekti. Personelin biri parkasıyla mutfağa giriyor, kilo almış gibi çıkıyor ve doğruca otoparkın arka taraflarına doğru gidip tekrar geliyordu. Bir… İki… Nihayet üçüncüde önünü kestim.

“Çıkar bakalım parkanı.”

“Siz beni bu soğukta nasıl soyunmaya zorlayabilirsiniz?”

“Komutandan yetki aldım. Anormal bir durum yoksa hemen parkanı giyebileceksin. Bunlar nedir?” 

“Hiiçç... Sadece kilo almışım, yani şişmanlamışım.”

“Dahili elbiseni de çıkar da ne kadar şişmanladığını görelim!” 

Direnen şüpheli şahsın düğmelerini kendi ellerimle çözdüm. Bir de ne göreyim? Göğsünün sağ tarafına bir but, sol yanına başka bir but, diğer taraflarına da parça etler yerleştirip üzerine dahili elbiseyi giymemiş mi!.. Tiksintiyle hırsızın suratına bakarak, “Şimdi bu etleri mutfağa götürelim de seni fazla kilolarından kurtarayım” dedim. Ardından, hırsızın göze çarpmayan bir yere park ettiği otomobiline gittik. Bagaj açıldığında otuz-kırk kiloluk et yığınıyla karşılaştım!

Hırsızı suçüstü yakalamakla yetinmedim, işbirlikçilerini de buldum. Pazartesi sabahı, mutfaktaki ortaklarıyla birlikte üç kişiden oluşan ‘et çetesini’ okul komutanı Nedim Dikmen Paşa’ya teslim ettim. Komutan, tam bir görev adamı olarak gördüğü ve dürüst ve başarılı bulduğu için beni bundan böyle okulun alım-satım komisyonunda görevlendirdi.

★★★

Şimdi geliyorum o acı bayram anısına;

Komut vermekten bademciklerim iltihaplanmış, üstüne bir de kronik farenjit eklenmişti.

Sürekli antibiyotik almama rağmen rahatsızlığım geçmiyor, çektiğim acıların yanı sıra, zaman zaman da ateşim yükseliyordu.

Hafta sonu iznimde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde görev yapan bir operatör ağabeyime göründüm ve ameliyatın kaçınılmaz olduğunu öğrendim.

Ancak orada bu operasyonun yapılması için Piyade Okulu’ndan sevk almam gerekiyordu.

Bu amaçla Alay Komutanı’na çıkıp sevk için gereğinin yapılmasını arz ettim. Komutan dilekçemi okuduktan sonra alaycı bir ifadeyle; “Ne o teğmen, terhisine bir ay kala rapor alıp istirahat mı etmek istiyorsun?” dedi. Bu suçlama çok ağrıma gitmişti.

“Dilekçemi geri alıyorum. Ben vatani görevden kaçacak biri değilim. Üstelik bademciklerim bu görevimi en iyi şekilde yaparken verdiğim komutlar nedeniyle iltihaplandı. Ameliyatımı askeri hastanede yaptıracağım” dedim.

★★★

Sevkim Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne yapıldı (O tarihlerde henüz GATA kurulmamıştı)

Ve nihayet bir bayram tatili sırasında ameliyat günüm gelip çattı. Uzman hekim yüzbaşı, akşamdan kalmaydı. Nefesi buram buram alkol kokuyor, üstelik elleri de titriyordu. Anesteziden sonra makası alıp bademciklerimi kesmeye başladı. Ama o da ne? Çekiyor çekiyor, bademcikler bir türlü çıkmıyordu. Ter içinde kalmıştı. Bir yandan da aletlere küfür ediyordu. Neyse ki güç bela operasyonu tamamladı. Odama çıktığımda (ikisinin de mekânları cennet olsun) merhum annemle babamı beni beklerken buldum. “Hoş geldiniz” demek için ağzımı açtığımda bir kan boşaldı, anlatamam. Oluk oluk kan akıyor... Tabii hemen ameliyathaneye indirdiler. Bizim yarı sarhoş doktor telaşlandı. Tampon üstüne tampon koyuyor ama fışkıran kana mani olamıyordu. Artık başım dönmeye başlamıştı ki birden bağırdı. “Tüh be! Dil kökünü kesmişiz!”  Dikiş atıp kanı durdurdu. Ama ben günlerce yemek yiyemedim. İçimden kapkara kuş sürüleri geçiyor ve ben onların kanat seslerini duyuyordum. Titremekten bedenim yoruluyordu. Çatlak dudaklarımı elimin tersiyle siliyor, durmadan “iyi olacağım, iyi olacağım,” diye kendime moral vermeye çalışıyordum.

Bir deri bir kemik kalmıştım.

Bir gün evde çok sıkıldığım için dolaşmaya çıktım. O tarihlerde Galatasaray Lisesi’nin İstiklal Caddesi’ne bakan cephesinde bir otomatik tartı vardı. Parayı attığınızda size kilonuzu gösteriyordu. Tartıya çıktım, parayı attım, bir de ne göreyim; 67,5 kiloya düşmemiş miyim? (Yıllardır 96 kiloyum.)

Taksim’e çıktığımda rüzgarın beni uçuracağı korkusuyla hemen bir taksiye atlayıp evime döndüm.

Bir ay süreyle eve kapanıp sürekli kan yapıcı gıdalar aldım.

Ölümle burun buruna kalmış ama arkamdan “vatani görevinden kaçtı!” dedirtmemiştim.