2500 yıl önce İran Hükümdarı Serhas’ın 1 milyon kişilik ordusu vardı. Çanakkale Boğazı’na dayandı. 400 gemiyi dikine demirletip, yan yana dizerek, 400 başka gemiyi de arka arkaya sıralatarak birbirine perçinli gemilerden köprü yaptı. 1 milyon askerin bu köprüden Çanakkale’yi geçişi 7 gün 7 gece sürdü.
Bu masal.
Tarih değil.
Kimse hatırlamıyor.
2500 yıl sonra Çanakkale Boğazı’na bakan tepenin açık kahverengi toprağına beyaz kireçle büyük bir ay yıldız çizdiler. İki tarafında yine beyaz kireçten bir tarih yazdılar.
18 Mart 1915.
Asıl tarih bu.
Bugün 100 yaşında.
Çanakkale geçilmez.
100 yıl geçti unutulmaz.

* * *

O, ne tafralı gelişti o... İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı  Winston Churchil (Çörçil) böbürlene kabara övünüyordu: Çanakkale’ye Queen Elizabeth (Kuin Elizabeth) Zırhlısı’nı göndermişler, bu yalnız İngiltere’nin değil bütün dünyanın en korkunç zırhlısıydı. Bir yaylım ateşiyle bütün tabyaları yok eder, toprağın altını üstüne getirirdi.
Çörçil, dediğini yaptı.
Tabyalar uçtu.
Toprağın üstü altına kaçtı.
O toprağa yapışmış bir yürek vardı. 18 Mart 1915, yüreğin emperyalizminin tafrasını, böbürlenmesini, kabarmasını yenişidir.

* * *

Morto ölüm demek.
İngiliz Goliath (Golyat) Zırhlısı, Çanakkale Morto koyuna demirlemişti. Ölüm saçıyordu. Muavenet-i Milliye gece yarısı, bütün ışıklarını söndürmüş, kıyının kayalarıyla denizin mayınları arasından ve keskin kılıçlar gibi geceyi dilimleyen Goliath’ın projektör ışıkları altından görülemez olup hayalet gibi geçti.
Torpil, Goliath’ın kalbine indi.
Emperyalist Goliath, mort oldu.

* * *

Mehmetçik çok savaşa girmişti. Yenmişti. Yenilmişti. Hiçbir savaşa giderken Çanakkale’de olduğu gibi “anasını bir daha görmeyeceğini” bilerek ayrılmamıştı.
Çanakkale içinde.
Aynalı çarşı.
Ana ben gidiyom
Düşmana karşı.
Gönderen ana babalar da giden oğullarını dönecek diye beklemiyordu.
Çanakkale içinde.
Sırmalı testi.
Analar babalar.
Umudu kesti.
Çanakkale yoksullukla zenginliğin savaşıydı. Yüzbinleri taşıyan emperyalist savaş gemileri ölüm kusarak denizin ufkunu çemberlediler. 5 yerden kıyıya yapıştılar. 50 ölüm zırhlısı hep birden gürledi. Yüzlerce uçak hep birden bombaladı. Şarapneller ıslık çaldı. Humbaralar patladı. Yer bulut olup göğe kalktı. Gök alev oldu yere döküldü.

* * *

Bigalı Köyü’nde fırkasıyla ihtiyatta bulunan keskin bakışlı komutan Mustafa Kemal, rütbe dinlemedi, emir beklemedi. Kendi kararıyla harekete geçti. Seddülbahir’deki fırkanın düşman önünden kaçmakta olan askerlerini yerinde çivileyen bir sesle sordu:
-Niçin kaçıyorsunuz?
- Düşman geliyor.
-Düşmandan kaçılmaz.
-Cephanemiz kalmadı.
-Süngünüz var.
Savaşlar tarihi liderleri yaratır. Tarihi lider de hiçbir çarenin olmadığı anda, çare yaratır. Kumandan Mustafa Kemal, o anda olmayacak çareyi yarattı. Kılıç gibi keskin bir sesle emir verdi.
-Manga yere yat.
Cephanesiz, kurşunsuz Mehmetçik ateş edecekmiş gibi yere yattı. Düşman da apansız kurşun yiyeceğini düşünüp yere yattı. Kumandan, bir anlık zaman kazanarak, arkadan “Allah Allah sesleriyle yeleleri kabarmış aslanlar gibi yetişip gelenlerin desteğiyle” zaferi işte böyle yarattı. 18 Mart 1915 günü aynı güneş doğarken emperyalist düşmanın saldırısını, batarken de kaçışını gördü.
Kocaçimen geçilemedi.
Kireçtepe geçilemedi.
Conkbayırı geçilmedi.
Arıburnu geçilemedi.
Çanakkale geçilemez oldu.

* * *

100 yıl önce Çanakkale’yi geçilmez yapan şehitlere Allah rahmet eylesin fakat dünya savaşı sonunda emperyalist orduları Çanakkale’yi geçip İstanbul’a geldiler. Aynı komutan Mustafa Kemal, “geldikleri gibi giderler” dedi ve Anafartalar ve Dumlupınar’da “emperyalistleri geldikleri gibi gönderdi” ve Kurtuluş Savaşı ile Çanakkale’nin geçilmez olduğu kabul edildi. Türk Milleti’nin Kurtuluş Savaşı Çanakkale’nin devamı oldu.
Unutulamaz.
100 yıl sonra bugün.
Unutturmaya çalışıyorlar.
Türk Milleti’ni ve Mustafa Kemal’i görmezden gelip Çanakkale geçilmezi,  “dinciliğin zaferi” elbisesi içine oturtup, “gökten sakallı bir imam geldi” hikayeleriyle bulandırıp kaçak Ak Saray’a kaçırmaya çalışıyorlar.
Çanakkale o Saray’a sığmaz.
Okura not: Bu yazı büyük yazar İsmail Habib Sevük’ün 1934 yılında yazdığı “Çanakkale’den Girerken” adlı yazısından esinlenerek yazılmıştır.