Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye bir anonim şirket gibi yönetilmeli” demişti.
Erdoğan’ın bu sözlerinden yola çıkarak, Suriye’de yaşananları “şirket” örneğinden yorumlayalım...
Diyelim ki; ABD’nin liderliğindeki IŞİD’e karşı uluslararası koalisyon bir anonim şirket.
ABD doğal olarak şirketin CEO’su. Koalisyonun diğer üyeleri de şirket çalışanları.
Ancak bu “şirketin” çalışanları arasında sadece ülkeler yok; YPG gibi, Türkiye-Suudi-Katar destekli cihatçı gruplar gibi farklı “elemanlar” da var.
Şirketin amacı net: Pazar payını yükseltmek. Yani Suriye’de kontrol ettiği alanları genişletip, aynı pazardaki iki rakip şirketi geriletmek, mümkünse iflas noktasına getirmek.
Suriye pazarındaki diğer iki şirketin ilki, karanlık işlere bulaşmış IŞİD. Her yaptığı kanunsuz, her uygulaması vicdansız.
Üçüncü şirket ise eskiden Suriye pazarının tümünü elinde tutan, ancak izlediği yanlış politikalar nedeniyle iflas noktasına gelmiş olan Esad rejimi.

ÇALIŞANLAR BİRBİRİYLE KAVGALI

ABD’nin CEO’su olduğu “şirket” sorunlu...
Elemanları birbirleriyle müthiş rekabet içinde...
Bulunduğu coğrafi alan, gücü, ülke olması nedeniyle “müdür” konumundaki Türkiye, küçük ama alanda çok etkili elemanlardan biriyle, YPG ile kavgalı. Müdür, yani Türkiye, asıl işi olan şirket payını genişletmeyi bir kenara bırakıp, küçük eleman ile itişiyor. YPG’yi sürekli şirket CEO’su ABD’ye şikayet ediyor. “İşten at bu elemanı” diyor, “Bu eleman bizimle görünüp, rakip şirkete çalışıyor” diyor.
Ama CEO, yani ABD, alanda bu kadar etkili olan elemandan vazgeçemiyor. Bu nedenle de “müdür” Türkiye, şirket içinde sürekli “mızıkçı-oyun bozan” durumuna düşüyor.
Şirketteki bir başka “müdür” Suudi Arabistan, başlangıçta diğer müdürle, yani Türkiye ile birlikte her konuda hareket ediyor. Ancak CEO’nun “sıkıntı yaratan” Türkiye ile arasının açıldığını görünce, çark ediyor. Derhal CEO’nun yanında yer alıyor, “Benim görevim karşı şirketin pazar payını düşürmek. Ötesine karışmam” deyiveriyor.
Şirkette bir de dalavereci Başkan Yardımcısı, Rusya var. Başkan yardımcısının tek amacı kendi etkinliğini artırmak, mümkünse CEO’yu yerinden etmek. Hiç olmadı, şirket pazarından kendi şahsi hesabına (Suriye’de kurulan Rus askeri üsleri) kâr sağlamak.
Bu başkan yardımcısı, görünüşte şirket içinde ama eskiden pazarın tümünü elinde tutan ancak yanlış politikaları ile iflas noktasına gelen diğer şirket, Esad rejimi ile çok ciddi işbirliği içinde.
Üstelik iflas noktasındaki şirket, Esad rejimi, bünyesine yeni bir “müdürü”, İran’ı katarak biraz rahatlamış. Şimdi diğer şirketin başkan yardımcısının verdiği destekle, biraz büyümeye bile başlamış.
İşte Suriye’deki son durum bu...
Peki Türkiye, Suriye pazarındaki tüm bu karmaşa içinde ne yapabilir?
Erdoğan’ın şirket benzetmesiyle başladık, yine Erdoğan’ın o meşhur söylemini kullanarak bitirelim:
Eyyyy AKP’liler! Suriye pazarındaki şirket politikanız iflas etti. Artık karar verme zamanı... Ya bulunduğunuz şirkette herkesle uyum içinde çalışıp, karanlık işlere bulaşmış IŞİD şirketini mağlup edersiniz...
Ya da şirketten istifa edip, kendi yeni şirketinizi kurar, şansınızı bir de öyle denersiniz. Ama unutmayın; IŞİD karşıtı koalisyondan ayrılmak, aynı zamanda “İç güvenlik, pardon iş güvenliğinden yoksun hale gelmek” anlamına da geliyor.

AKP hükümeti Azez’e Türk asker sokamadı, cihatçıları soktu

AKP hükümeti Suriye’deki tüm etkisini, forsunu, umudunu, Kilis’in hemen altında yer alan, içinde Azez şehrinin bulunduğu küçücük bir cebe bağladı.
Bölgedeki son çatışmalarda bu cebin, Suriye’nin güneyindeki Türkiye-Suudi-Katar destekli cihatçı grupların kontrol ettiği daha geniş bölgelerle ilişkisi kesildi... Esad güçleri Halep’in kuzeyindeki köy ve kasabaları aldı, YPG-PYD güçleri ise batıda kontrol ettikleri Afrin’den saldırıya geçti.
Türkiye’nin, güneyde desteklediği gruplarla bağlantısı da kesildi. Kala kala kuzeyde, Azez kenti ve çevresi kaldı.
Şimdi AKP hükümeti, Suriye’de hâlâ bir “sözü” olabilmesi için var gücüyle bu cebi kurtarmaya çalışıyor. YPG’ye yönelik obüs saldırılarının nedeni bu.
Sınırdan atılan toplar, füzeler elbette yeterli değil. Azez’i korumak için kara gücü de gerekli.
Ancak Türk askerinin Suriye’ye girmesi, AKP hükümetinin aynı anda hem Esad rejimi, hem Rusya, hem İran, hem Kürtler, hem de ABD ile itişmesi nedeniyle mümkün değil.
AKP de çareyi, asker gönderemediği yere, “mücahit” göndermekte buldu.
Geçen hafta Türkiye topraklarında sessiz sedasız bir “Suriyeli mücahit geçiş koridoru” oluşturuldu.
Çeşitli kaynaklardan gelen haberlere göre 500 ila 2 bin savaşçı, Suriye’nin güneyinde Türkiye ile kara bağlantısı olmayan İdlip’ten alındı. Silahları, araçları, hatta havan topları ile birlikte sınırdan Hatay’a sokuldu. Buradan, TSK’nın uzaktan gözetiminde dört saatlik bir yolculukla, Kilis’teki Öncüpınar Sınır Kapısı’na getirildi. Ve Öncüpınar’dan da Azez’e sokuldu.
Türkiye’den Kobani’yi, şimdilerde AKP’nin “terörist” ilan ettiği PYD-YPG güçlerini kurtarmak için Peşmerge geçişine verdiği izni hatırlıyor musunuz?
İşte bunun aynısı, sessiz sedasız, YPG’yi yok etmek için yapıldı.
Türkiye, asker sokamadığı Azez’e, cihatçı militan soktu.

YE Pİ Cİ...

Malum Ankara’da bugünlerdeki en popüler konu, Saray ile Başbakanlık arasında yaşanan gerginlik.
Kimin hangi safta durduğuna, saf değiştirip değiştirmediğine ilişkin gözlem yapılıyor, ayrıntılar inceleniyor, tarafların kullandığı her kelime uzun uzun yorumlanıyor.
Peki kimin hangi safta olduğu nasıl belirlenir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan bunun formülünü bulmuş sanki...
Bir ismi, kelimeyi alıp, kendisine göre telaffuz etmeye başlıyor. Aynen kendisi gibi telaffuz edenlerin de kendi safında durduğunu şıp diye anlayıveriyor. Bunu özellikle “düşman” ilan ettiği kişilere, örgütlere karşı yapıyor.
Daha önce bu durum Esed/Esad da yaşandı. Erdoğan “Esed” demeye başladı, AKP’liler, yandaş basın, yandaşlığa heves edenler, hemen peşinden gitti.
Sonra IŞİD/DAEŞ/ DAİŞ geldi; Erdoğan IŞİD yerine örgütün Arapça kısaltması olan DAEŞ’i kullanmayı tercih etti. Ancak onu da kendince yorumlayarak, DAİŞ gibi ne olduğu anlaşılmayan bir kavramı yürürlüğe soktu. Tabii yandaşlar ve yalakalar da peşinden.
Şimdi de aynı durum YPG için geçerli.
Örgüt kısaltmasını Türk alfabesine göre okursanız “Ye Pe Ge” demeniz gerekir. İngiliz alfabesine göre okursanız “Vay Pi Ci” kullanırsınız. Ancak Erdoğan her ikisi yerine, yeni bir kullanımı tedavüle soktu; “Ye Pi Ci” demeye başladı.
Bakalım şimdi hangi bakanlar, AKP’li vekiller, yandaş gazeteciler “Ye Pi Ci” söylemini içselleştirecek?

‘Milli dış politika’ ve Deniz Baykal...


“Milli dış politika” nedir, ne değildir?
Mesela Türkiye’nin Avrupa Birliği politikası...
Türkiye’nin AB üyelik sürecinde, ülkedeki her kesim kendine uyan bir şeyler buldu...
Ulusalcılar, Atatürk’ün “çağdaş medeniyet” ülküsüne uygun buldu AB üyeliğini.
Kapitalistler, AB hedefinin ekonomide liberalizm tarafını sevdi.
Muhafazakar kesim, özellikle de başörtüsü yasakları varken, AB’yi “dini özgürlüklerin güvencesi” olarak gördü. AB sayesinde ordunun, sivil yönetim altındaki konumunun pekişeceğine inandı.
“Azınlık” olduğunu hissedenler, kendini “sistemden dışlanmış” görenler, AB’nin “vatandaşlar arası eşitlik” ilkesini sevdi.
Milliyetçi kesimler, Türkiye’nin AB’ye girmesini “bölünmeye karşı güvence” olarak yorumladı.
Sonuçta, temelinde “hukuk ve demokrasi” olan AB, Türkiye’nin ezici çoğunluğu tarafından hedef olarak benimsendi.
Ve Türkiye’nin AB üyeliği bu çoklu destek nedeniyle “milli politika” oldu.

2004’TE ERDOĞAN’A EN BÜYÜK DESTEK BAYKAL’DAN GELMİŞTİ

2004 yılında, Türkiye’nin tam üyelik için “aday” olup olmayacağının tartışıldığı o meşhur Brüksel zirvesinde, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan masada sıkıştığında, en büyük destek Ankara’dan, dönemin ana muhalefet lideri Deniz Baykal’dan gelmişti.
AB ülkeleri, Erdoğan’ın karşısına masada kabul edilemeyecek şartlar ortaya koyduğunda Baykal Ankara’da basın toplantısı düzenleyip, “Kalkın o masadan gelin. Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapalım, TBMM’den geçirelim. Yolumuza devam edelim” demişti.
Ankara’dan, ülkenin muhalefetinden gelen bu destek Brüksel’deki Erdoğan’ın elini çok rahatlatmış ve masaya bu rahatlıkla oturan Türk heyeti yapılan müzakereler sonucunda “AB üye adayı” unvanını almış, üyelik yolu resmen açılmıştı.
Deniz Baykal’ın o dönemde AKP hükümetine verdiği destek CHP’de de, CHP’ye oy veren kesimlerde de hiç tartışılmadı. Aksine alkışlandı. Çünkü AB hedefi gerçekten “milli” bir hedefti.
Peki AKP hükümetinin şu anda sürdürdüğü Suriye politikası “milli” mi?
Mesela...
AKP hükümeti beş yıl önce yine bir diktatör olan Beşar Esad’a “kardeşim” deyip, askeriyeden ekonomiye, her alanda stratejik ilişki kurarken ülkedeki farklı kesimlere hiç sordu mu? CHP’nin, o zamanlar BDP olan şimdiki HDP’lilerin, MHP’nin desteğini aradı mı?
“Kardeşim” denilen diktatör, diktatörlüğünü yapıp kendi halkına saldırdığında Şam’daki büyükelçiliğin kapatılması kararı için TBMM’nin desteği arandı mı?

İŞLER SARPA SARINCA “MİLLİ DIŞ POLİTİKA”YA SARILDILAR

Suriye’de muhalefet örgütlenmeye kalktığında, hangi gruplara ne destek verileceğini AKP hükümeti Türkiye’de herhangi bir kesime sordu mu? “Ilımlı İslam” adı altında Suriye’deki cihatçı grupların İstanbul’da, Ankara’da ağırlanması konusunda kime fikir danışıldı?
Ya şimdilerde “terörist” ilan edilen PYD’nin Lideri Salih Müslim, çok değil sadece bir buçuk yıl önce Türkiye’de defalarca ağırlanırken Türkiye’de hangi kesimin görüşüne başvuruldu?
AKP hükümeti bugünlerde Salih Müslim’i birden bire “terörist” ilan edip kınarken Türkiye’deki muhalefet, sivil toplum, akademi, herhangi bir kesimin fikrini aldı mı?
En vahimi...
Vahhabi Suudi Arabistan’la ortak ordu kurmaya kalkıp, Suriye’ye birlikte kara gücü gönderme planları yapılırken değil muhalefet, TSK’ya, Dışişleri’nin deneyimli diplomatlarına “Bunun siyasi-ekonomik-askeri sonuçları ne olur” diye soruldu mu?
Kısacası...
Politikayı belirleyip uygularken kimseye danışmayan, hatta bilgi bile vermeyen AKP, şimdi işler sarpa sarınca “milli dış politika” söyleminden medet umar hale geldi.
Bir politikanın “milli” olması için, seçimlerde oyların yüzde 30, 40 ya da 50’sinin alınması yetmiyor.
AKP’ye oy verenlerinin tümünün Suriye politikasını desteklediğini varsaysak bile...
Bir politikanın “milli” olması için, iktidar partisine oy vermeyen vatandaşların da o politikayı içselleştirmesi gerekiyor.
Suriye politikasına bakın...
CHP eleştiriyor, MHP eleştiriyor, HDP eleştiriyor. Gazetecilerin, akademisyenlerin, sivil toplumun en az yarısı “yanlış” buluyor.
Dolayısıyla...
CHP’nin eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın çıkıp, AKP’nin Suriye’deki son adımlarını desteklemesi, “AKP politikasına destek vermek” anlamına gelir... Milli politikaya değil.
“Musul Sünni kentidir, Nusayri yönetimine bırakılamaz” sözlerinin Deniz Baykal gibi siyasi hayatını sosyal demokrat kimlik üzerinden yapan bir politikacıya yakışıp yakışmadığını ise zaten tarih belirleyecektir.

Hakan Fidan büyükelçi mi olacak?

Ankara’da bu aralar gündemdeki isim Hakan Fidan...
Türkiye’nin başkentine 4 ay arayla gerçekleştirilen iki terör saldırısının engellenememesi, kamuoyunda MİT için “Milli İstirahat Teşkilatı” yakıştırmalarını başlattı. MİT’in başındaki Hakan Fidan’ı da hedef tahtasına oturttu.
Fidan’ın önümüzdeki günlerde MİT’in başından alınacağı, büyükelçi olarak yurtdışına atanacağı konuşuluyor. Hatta bir ülke telaffuz edilmeye bile başlandı... Hakan Fidan’ın Tokyo’ya Büyükelçi olacağı fısıltısı kulisleri sarmış durumda.
Fidan’ın gidişi kadar, yerine gelecek isim de konuşuluyor Ankara’da. Öne çıkan, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın adı. Ancak çok büyük bir sürpriz olabileceğinden de bahsediliyor.
Ne olabilir bu sürpriz? Ergenekon’da adı geçen birinin MİT Müsteşarı yapılması olmasın!