“Ne kadar insan varsa o kadar düşünce vardır” der Romalı ünlü komedya yazarı Puplius Terentius. Bu durum farklılıkları doğal kılarken herkesi ikna eden bir toplumsal sözleşmenin kurulmasını da zorlaştırır.

Tarihi şahsiyetlerin ve konuların tahlili; toplumsal koşullardan, dönemin siyasal, kültürel ve ekonomik güç ilişkilerindeki nitelikten bağımsız olamayacağı gibi, değerlendirmeler de değerlendirenlerin sosyokültürel ve ideolojik yapılarından bağımsız değildir. Bu farkındalık içinde mümkün olduğunca tarafsız kalmaya çalışan düşünür sayısı oldukça azdır.

ATATÜRK TUTARLIDIR

Atatürk ve din” veya “Atatürk’ün dine bakışı” konusu, Cumhuriyet tarihi boyunca en çok tartışılan konulardan biridir. İki tartışılan konunun yan yana gelmesi meseleyi daha da hassas kılar. Öncelikle şu tespiti yapalım: Atatürk ne din adamıdır, ne de din ile mücadeleye girişmiş biri. Farklı dönem ve ortamlardaki konuşmalarında, birbiriyle çelişen açıklamaları var demek, onun dünya görüşünü, hedeflerini, dini-diyaneti konumlandırmak istediği yeri dikkate almamak demektir. Atatürk’ün inancı konumuz dışıdır; zira kişilerin imanı ile ilgili hüküm yürütülemez. Burada tartışacağımız husus Atatürk’ün toplum temelinde dine yaklaşımı ve dini alanda ortaya koyduğu politikalardır. Dolayısıyla soru şu olmalıdır: Devlet yöneticisinde aranan şey onun iyi bir dindar olması mıdır, yoksa devlet politikalarında uyguladığı doğru işler midir? Tereddütsüz cevap, doğru işlerdir; bir başka ifadeyle işlerini doğru yapmasıdır. Bu da liyakatı/ehliyeti şart kılar; “İşi ehline veriniz” ayetiyle ilgili rivayet şöyledir:

LİYAKATIN KRİTERİ DİN DEĞİLDİR

Mekke’nin fethi öncesi Kâbe’nin temizliği, bakımı, anahtarları Osman bin Talha isimli kişidedir ve Talha Müslüman değildir. Peygamberimiz Kâbe’ye girmek istediğinde Hz. Ali ondan anahtarları alır; amcası Hz. Abbas da Kâbe’nin bu görevlerine taliptir, gelen anahtarları ona verir. O esnada “Yüce Allah size emanetleri ehline vermenizi ister” (Nisa/58) ayeti nazil olur. Mesaj açıktır; Hz. Peygamber, henüz Müslüman olmayan Osman b. Talha’yı çağırır ve anahtarları iade eder.

İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ VE DEVLETİN KONUMU

Atatürk, dini, bireylerin vicdanına ve özgür seçimlerine bırakırken toplumsal boyutunu ihmal etmez, Diyanet İşleri teşkilatını (yeniden yapılandırarak) kurması bundandır. Din-siyaset, din-devlet ilişkilerindeki yaklaşımı da nettir:

“Biz, ilhamlarımızı, gökten, gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”

“Ben, manevi miras olarak hiçbir nass-ı kat’i, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

ATATÜRK’E SALDIRARAK KOLAYA KAÇMAK

Bu sözlerden, Atatürk’ün, kutsal kitaplara hakaret etmek gibi bir niyet içinde olduğu çıkmaz. (Zira Kur’an mealini ve tefsirini yaptıran kendisidir) Bu sözlerden din-devlet ilişkilerini nasıl konumlandırdığı ortaya çıkar. Peki, dinin bir yönetim biçimi önerisi var mıdır? Hz. Ömer’e kulak verelim:

Hz. Ömer, bir Yahudi’nin arazisine izinsiz cami yapmaya kalkışan Şam valisine “Camiyi yık ama adaleti yıkma” der. Cami, dini sembolize eder, adalet ise devleti. Toplumun dini olur, devletin dini olmaz. Devletin dini adalettir; devlet tüm inançlara ve sahiplerine aynı mesafede durur, hak ve hukukunu eşit savunur. Laiklik de budur.

Atatürk’ün manevi mirasım dediği “aklın ve ilmin rehberliği”, ile “oku” emri, “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” ayetleri de çelişmez. Keza din, hayatın içinden, hayata paralel yorumlanıyorsa yaşama imkanı söz konusudur. Haftaya devam edelim.