Ben mesela, elbette sağlıklı ve uzun yaşayayım ama gidişim babam gibi olsun isterim... 

Çok sigara içerdi, Birinci! Biraz büyüdük iki kardeş, her fırsatta ‘içme’ dedik. Ara sıra ateşlenir: bir, bilemedin iki gün yatar bizi korkuturdu ama kalkardı sonra, işe devam. Yani ciddi bir hastalığını pek görmedik.

Doktora gittiğini hiç görmedim mesela. Doktor arkadaşı Muharrem Kuruüzüm gelirdi ona çay içip sohbet etmeye ve biz hastalandığımızda siyah, kocaman çantasıyla eve. Bir gün öksürürken yakalamış babamı, “Azalt şu mereti” demiş. Söz dinledi, Birinci sigarasını makasla ikiye bölüp, ağızlıkla yarım yarım içmeye başladı!

İyiydi yani... Ben askere gittim sonra. İzne geldiğimde, dükkanın tek sandalyesinde karşısında oturur çay içerdik. Az konuşur, anlaşırdık. Herkesin babası kendine güzeldir mutlaka, benimki değişik ve sakindi.

Bir gün bölükteki askerlerle eğitim alanındaydık. Uzaktan hızla bir jip geldi. İçinden, arada sırada sohbet ettiğimiz güleç yüzlü Alay S1’i binbaşı indi. Eliyle bana gel dedi. Gidip, selam verdim. “İzmir’den telefonun var evladım” dedi! Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. İzmir mi, telefon mu? “Ne oldu komutanım” dediğimi anımsıyorum. “Yok bir şey evladım, atla arabaya” dedi. Hızla, odasına gittik. Telefon masanın üzerinde açıktı. “Alo, kimsiniz ne oldu” diye sordum. Hayatta aklıma gelmezdi, babam hastaymış!

Kapadım telefonu, öylece kaldım. Binbaşı, bir kağıt uzattı bana, “İzin belgesi hazırladım, git gör gel babanı” dedi!

İzmir’e gittiğimde, babam evde değil hastanedeydi! Şaşkındım. Annem, pencereden el salladı, üzgündü. Unutamıyorum, hafta sonu olduğu için hastane bomboştu. Beni yukarıya salmadılar, annem indi. Doktor, babamı eve götürmemizi istemiş. Son anlarını evinde geçirsinmiş! 

Yalvar yakar çıkardık, ambulans bulduk eve getirdik. İki gün önce rahatsızlanmış. Geçer sanmışlar. Geçmeyince hastaneye getirmişler. Doktorlar hemen yatırmış. Ancak çok geçmiş artık!

Evde, hep yattığı yataktağındaydı... Tertemiz çarşafın üzerinde gözleri kapalı, isteksizce nefes alıyor ve başında konu komşu Kur’an okuyordu. Komşulardan biri, “Seni bekledi oğlum” dedi. İçim cız etti... Sonra garip bir şey oldu. Gözlerini açtı aniden, bir an bana baktı. Gülümser gibiydi! Gitti sonra...

***

Turp gibisin. Taşı sıksan suyunu çıkarırsın. Daha dün işteydin. Eve geldin. Acıkmışsın oysa hiç yiyesin, ağzının tadı yok. Yine de zorluyorsun kendini, eşin, çocuklar masada...

Masadan kalkıp televizyonun karşısına geçiyorsun. O kanal, bu kanal... Bu saatlerde uyku bilmezsin fakat yatak seni çağırıyor! “Ben yatıyorum” diyorsun, ev halkı şaşkın. Ne oldu, hasta mısın soruları! Evet, sanki vücudum kırıldı biraz. Bugün yoruldum sanırım...

Yatağa uzanırken, bedenin dayak yemiş gibi. Bir ağrı kesici istiyorsun...

Ter içinde uyanıyorsun, evde çıt çıkmıyor. Gecenin yarısı, herkes uyuyor. Ateş basmış. Sabah zor oluyor. Öksürüyorsun, hem de ne öksürük. Eşin, yok böyle olmaz hastaneye gidelim diyor. Gidiyorsunuz. Doktor muayene bile etmiyor, ‘yatıracağız’ diyor. Eşin orada, sen onu hayal mayal görüyorsun. Tahliller, incelemeler. Sonra, dünya buzlu cam arkasına giriyor sanki. Sesler derinden, anlaşılmaz... Cihaz yardımı ile yaşama tutunur, nefes alırken neler düşünüyorsun kim bilir? Koca yoğun bakım odasında senin gibi insanlar, hepsi ne düşünüyor kim bilir?

Ailen dışarda ne haldeler?

Yok, onlar yoğun bakımın kapısının ardında değiller, alt katlardaki bekleme salonunda değiller, hastane girişindeki bahçede de değiller... 14 gün eve kapandılar. En yakınları, evin babası hastanede onlar evdeler! Hastaneden ilgili doktor telefonla arada sırada arayıp bilgi vermese, “Eşinizin durumu ne iyi ne kötü. Geldiği gibi” demese hiçbir haber alamayacaklar. Çünkü onlara da bulaşmış hastalık! İlaç kullanıyorlar ayrı ayrı odalardan çıkmadan!

Kaç gün oldu hastaneye yatalı? Kaç gün?

Evin telefonu çalıyor, bu kez acı acı. Alo...

Dört gün mü oluyor hastaneye yatalı? Daha geçenlerde şakalaşmıştın oğlunla. Kız, hafif afralıydı.

İyi bir komşu var. Allah razı olsun her şeye koştu. Apartmandan üç beş kişiyle almışlar hastaneden, falanca mezarlıkta yıkanıp, defnediliyormuş koronavirüs kurbanları. Orada toprağa vermişler. Kıraç bir yer, fotoğrafını çekmişler mezarının!

Evde, kapı önüne kadar gelen gidenler oluyor başsağlığına. Bu nasıl bir yas? Oğlan ayrı odada  ağlıyor, kız ayrı bir odada. Eşin kapı önünde yüzünde maske, gelenlere “Lütfen koruyun kendinizi, biz yandık siz yanmayın” diyor gözyaşı dökerken.

Evin babası öldü koronadan! Kızına son bir kez sarılamamıştı. 25 yıldır aynı yastığa baş koyduğu eşine de sarılamamıştı, çocuklar sana emanet diyememişti. Daha geçenlerde şakalaştığı oğlana, son bir bakışla bile olsa veda edememişti. Geriye, cep telefonu ile çekilmiş bir mezar fotoğrafı kalmıştı sadece!

İşte bu yüzden başta sordum: Nasıl ölmek istersiniz, diye... 

Elbette herkese sağlıklı, insan onuruna yakışır bir yaşam ve uzun ömürler dilerim... “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin...” diyen Nazım Hikmet gibi diyeyim; son ana kadar zeytin dikecek gücü, sevdiklerinize veda edecek birkaç saniyeyi bulun.

O çok değerli ‘bir anı’ bulmak için; kendinizi, her gün aramızdan 200-250 kişiyi söküp alan koronavirüs belasına karşı koruyun... Bana bir şey olmaz demeyin, oluyor! Dün sapasağlam gördüğün insan, üç gün sonra bir veda bakışı, çok sevdikleri mezarına bir kürek toprak atamadan gidiveriyor... Aşılarınızı olun! Aşı olmak yetmez! Kendinizi, sevdiklerinizi koruyun! Misafirler hariç zaten 84 milyonuz, çok kalabalığız yani. Siz kalabalıklardan elden geldiğince uzak durun. Memleketimizdeki onca sorun karşısında çoluk çocuğunuzu sizden mahrum, tek başlarına bırakıp aniden gitmemek için bilim ne diyorsa onu mutlaka yapın!

Sonra ölmeyi boşverin, nasıl istiyorsanız öyle yaşayın...