İkinci çapası yapılmış patates tarlasını sulama vaktiydi.

Güneş tepede parlıyordu.

Sıcak, çok sıcaktı.

(Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nda dediği gibi) Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak.”

Açık alnı, burnu, yanakları adeta kavrulmuş, kararmıştı.

Kurumuş toprakta kürekle ark açarken çıkan tozlar üzerine yapışıyordu.

Malakanlar zamanından kalma sulama kanallarından gelen suyu patates sıraları arasındaki arklara bağlıyordu. Bir sıra dolunca, suyu diğer sıraya geçiyordu.

Bunu yaparken bir yandan suyun, toprak üstündeki çatlaklarda yolunu bulmasını izliyor, diğer yandan patates çiçekleri üzerindeki bal arılarının dansına odaklanıyordu.

Hayat gerçekten başlı başına bir mucizeydi onun için.

Cebinden özenle katladığı bez mendilini çıkardı.

Önce ağzının ve gözlerinin çevresindeki teri sildi. Sonra alnını...

Terine yapışmış tozlardan olsa gerek mendil çamurumsu bir lekeyle kaplandı.

Bunu yaparken burnunun sol tarafında, tam da göz hizasında büyük bir acı hissetti.

“Bövelek ısırdı galiba” diye düşündü.

Zira yaz aylarında “bövelek” dedikleri bir sinek peydahlanır, atları, sığırları ve hatta insanları ısırıp çıldırtırdı.

Elini acının geldiği yere götürdüğünde gerçekle yüzleşti.

Bir bal arısı tarafından sokulmuş, arı iğnesini soktuğu yerde bırakmıştı.

Arının soktuğu yer hızla şişip, gözünün önünü kapatacak hale gelmişti.

Etrafta çocuklar koşuşturuyordu. Gözü eşini aradı, görmese de seslendi.

Arının soktuğu yere sürmek için yoğurt ve soğan getirmelerini istedi.

Üç dört dakika geçmemişti, gözleri kararmaya başladı.

Tarlanın başındaki sınır taşına kadar yürüdü ve oturdu. O sırada eşi yoğurt ve soğan getirmiş, çocuklar etrafında toplanmıştı.

Şişen sadece burnu olmamıştı. Etrafındakiler vücudunun birçok yerinde eşzamanlı gelişen şişlikleri görüyordu ama kimse yutkunamadığını, nefes almakta zorlandığını görmüyordu.

Dağ gibi adam öylece yığılıp kalmıştı.

Zor bela yoldan geçen bir at arabasına bindirdiler. Sağlık ocağı 300 metre ilerideydi ama mesai saati olmadığı için kapalıydı.

Hemen yan taraftaki lojmana koştular.

Ocağın genç pratisyen hekimi, tatili TUS sınavına hazırlanarak geçiriyordu. Gürültüyü duyunca hemen dışarı çıktı.

“Arı soktu” denildiğini duyunca durumu anladı.

Nabza baktı. Çok düşüktü. Gözlerine baktı, genel muayenesini yaptı.

“Anaflaktik şok geçiriyor” diye bağırdı.

Hemen sağlık ocağına koştu. Döndüğünde elinde bir iğne, bir flakon vardı.

Heyecandan elleri titriyordu ama ne yaptığını iyi biliyordu.

İğneği hiç tereddütsüz hastanın göğsüne sapladı.

Hasta bir süre sonra normale dönmüştü.

Kırklı yaşlardaki dağ gibi adam, yarım santim büyüklüğünde bir arıya yenilmiş, ancak o genç doktor sayesinde ölümün kıyısından dönmüştü.

O genç doktor “Allah’ın terk ettiği” denilebilecek kadar uzakta olan o köye gelmeseydi, o sırada sağlık ocağında olmasaydı, durumu hemen anlayıp o iğneyi zamanında yapmasaydı netice sadece ölüm olacaktı.

Eminim hepinizin hayatında böyle bir kurtarma, kurtarılma hikayesi vardır.

★★★

Ben, bir çocuk olarak tanık olduğum o olaydan sonra doktor olmaya karar vermiştim.

Ancak 5-6 yıl sonra (1988’de) sınav tercihlerimi yaparken gördüğüm bir gazete ilanı yüzünden bu kararımdan vazgeçmiştim.

İlanı Türk Tabipler Birliği vermişti ve tercih yapan öğrencilere özetle “Bu koşullarda çalışabilecekseniz Tıp tercih edin” diye seslenmişti.

Düşük ücret, bitmeyen nöbetler, her türlü hiyerarşik mobing, imkansızlıklar, maruz kaldıkları saldırılar ilanda sıralanan temel sorunların başında geliyordu.

Aradan tam 34 yıl geçmiş.

O gün beni Tıp Fakültesi tercih etmekten vazgeçiren ilanda sıralanan sorunların tümü, sağlıkçılar için bugün katlanarak tekrar ediyor.

Ölümle ölümüne savaşan doktorlar (koronayla mücadele sırasında olduğu gibi) işlerini yaparken ölüyor, (cani hasta yakınları tarafından) öldürülüyor, dayak yiyor, saldırıya uğruyor.

Bu yetmiyormuş gibi, siyasetçiler tarafından “gideceklerse gitsinler”, “bunlara iğne dahi yaptırmam” ya da “TTB’yi kapatın gitsin” gibi cümlelerle hedef gösteriliyorlar.

Bağırsaklarında koca bir tümör çıktığında, kalpleri tekleyip nefessiz kaldıklarında “aman doktor” diye panik olanların, birkaç fazla oy için başvurduğu bu “vurun doktora” üslubu çok tehlikelidir.

Bir din adamının cami minberinden cemaati doktorlara karşı kışkırtması, doktor cinayetlerini adeta meşru göstermesi, siyasetçilerin bu üslubunun sonucu olduğu kadar gelinen tehlikeli noktanın kanıtıdır.

Siyasetçi ve imamlar bunu yaparsa, onların takipçisi olan halk ne yapar bir düşünün!

★★★

Unutmayın, bizler için sağlıkçıların varlığı, yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgi kadar vazgeçilmezdir. Doktorlar giderse (kuru topraktaki çatlakları dolduran su gibi kendi yollarını bulurlar ama) hepimiz için sağlık da gider.

Doktoruma dokunma!