Kabuklu dediğim, midye ile istiridye. Tarak, salyangoz, kidonya, deniz minaresi  gibi kabukluları nedense konu dışında bıraktım.

Aslında kabukluları yemesini pek severim. Ama midye ile istiridye son yıllarda beni epey korkuttu.

Halbuki gençlik yıllarımda bir midye düşkünüydüm! Şimdiki Çırağan Oteli’nin kıyısında (Şeref Stadyumu’nda) denize dalıp, taşlara yapışmış koca midyeleri çıkartırdık. Sonra ateşin üstüne bir teneke koyup midyeleri dizerdik. Bir süre sonra kapaklar yavaşça açılır, içindeki deniz suyu fokur fokur kaynardı. Kapaklar iyice açılınca midyeleri hüüp diye yutardık.

Gençlik yıllarımda rakı içmek için Çiçek Pasajı’na gittiğimde, 3-4 şiş midye tava yemeden ilk yudumu almazdım. Midye tavanın üstüne bir kaç damla limon iyi gider. Yağın ağırlığını alır. Tabii ki taratorun da iyi olması lazım.

Midye dolması ile de Çiçek Pasajı’nda tanıştım. İki siyah kabuk arasındaki baharatlı iç pilavı yemeye bir türlü doyamazdım. O zamanlar midyeli pilavın lapa olmasına pek aldırmazdım. Sevdikçe pilav konusunda titizlenmeye başladım. En iyi yapanını aradım.

Midye salması ile daha ileriki yaşlarımda tanıştım. Midye dolmasının tenceredeki haliydi salma. Ama biraz daha lezzetlisi.

Midyeyi sevdikçe merakım da arttı. Benim dünyada olmadığım dönemlerde, İstanbul’un midyesi çok ünlüymüş. Hele Haliç’ten toplanan Karakulak’ların tadına doyum olmazmış.

Son dönemlerde Türkiye’de yılda 3-4 bin ton midye üretiliyor, 200 bin ton civarında ise tüketiliyormuş. Aradaki muazzam açık ise ithalat ile kapatılıyormuş.

Midye ile dostluğum uzun yıllar devam etti. Ta ki televizyon için yapacağım bir program için İstanbul’daki midye ayıklayıcılarını görüntüleyinceye kadar! Böylesine pis manzarayla şimdiye kadar hiç karşılaşmamıştım. Derme çatma küçük kulübelerde, paslı bıçaklarla açılan midyeler çıkartılıp, pis bir naylon örtünün üstüne atılıyordu.

Bu dehşet verici pislik manzaralarını, sadece Hindistanın arka sokaklarında görebilirdiniz.

Yani biz bugüne kadar, ağır metaller, civa, kanalizasyon artıkları, petrol artıkları, mikro plastiklerle beslenen bir canlıyı severek yemişiz.

Bu bilgi, televizyon çekimi sırasında gördüklerimle birleşince midem bulandı ve ondan sonra midye ile ilişkimi tamamen kestim.

Geçen gün Beşiktaş’a doğru giderken, kaldırım üstündeki kuyruk ilgimi çekti. Şoför midye kuyruğu olduğunu söyledi. Bu kuyruk gece gündüz her saatte oluşuyormuş.

Sordum soruşturdum. Midye dolmasından günde 60 bin tane satılıyormuş. Midyeler ise Marmara Adası’ndaki bir çiftlikten geliyormuş.

Benim bildiğim Marmara’dan midye toplanması 10 yıldan beri yasak. Çünkü Marmara en pis denizlerimizden biri.

Sadece Marmara değil ki! Dünyanın tüm denizleri aşırı kirli. Bazıları çiftlik midyesi satıyoruz diye kendilerini savunuyorlar. Çiftlik dediğin de deniz. Oralar pislikten arınmış değil ki!

Beşiktaş’taki midyecinin başarısı bir çok müteşebbisi harekete geçirmiş. Şimdi İstanbul’un dört bir yanında midye dolma satan dükkanlar açılıyor. Hepsi de iyi iş yapıyor.

Yiyenlere afiyet olsun ama ben almayayım. Vücudumda civa, ağır maden, plastik, dışkı zerrecikleri biriktirmeye hiç niyetim yok (bu güne kadar yeterince birikmiştir zaten).

Okurum Aykan Aydınlandı, bana gönderdiği mailde midyenin zararlarını tüm çıplaklığı ile yazmış. Birlikte okuyalım:

“Aslında midyelerin tabiatında denizlerdeki zehirleri sünger gibi toplayıp, deniz suyunu temizlemek gibi varolma görevleri vardır. Yani tabiattaki dengelerin negatife dönüşmemesini sağlayan önemli unsurlardan biridir. Akbabalar, çakallar gibi leş tüketen unsurlar gibidir midyeler.

Midye, denizin dibinde, kayalarda yaşar. Aslında midyenin görevi, denizlerdeki pislikleri temizlemektir. Biz de onları denizin dibinden toplar, bir çok işlemden geçirir ve afiyetle yeriz. İşte zararımız da burada başlıyor. Midye, yaratılışından ötürü denizin içinde bulunan ağır metalleri kendi içine çekiyor ve bir nevi kayaları ve denizi de bu şekilde temizliyor. Ve eğer siz çok fazla midye tüketirseniz midyenin içinde bulunan civa ve kurşun gibi ağır metaller zamanla sağlığınızı bozmaya başlıyor.

Özellikle civa bu maddeler arasında en tehlikeli olanı. Çünkü vücudumuz civayı dışarı atamıyor. Civa kolaylıkla beyine yerleşiyor ve zamanla da nörolojik bozukluklara neden oluyor. Sinir sistemini etkilediği için zamanla hafızada bozulma, his kaybı, işitme kaybı, konuşma bozukluğu ve sinir bozukluklarına neden oluyor. Bunun yanında kurşun da yine önce sinir sistemini etkiliyor. Hafıza kaybı, konsantrasyon bozuklukları, el ve ayak bileklerlerinde güçsüzlük karşılaşılabilecek başlıca etkilerden”.

Gelelim diğer kabukluya!

İstiridye ile olan ilişkimi de aynı seviyeye indirdim. Bir zamanlar bu muhteşem kabukluyu çok severdim. Afrodizyak olduğu konusundaki söylemlere de inanırdım. Fransa’ya her gidişimde, bir düzineye yakın İstiridye’yi limon sıkarak canlı canlı yutardım. Kabuğun içindeki tuzlu-ekşi suyu içerken tüm denizi içiyormuş hissine kapılırdım.

Hele istiridyelerin yanında güzel bir beyaz şarap da olursa masadan kalkmayı hiç istemezdim.

Bu aşkım, bir Çin gezisinden sonra sona erdi. Arkadaşım Teoman Hünal yediği istiridyelerden zehirlendi. Öylesine şiddetli kusuyordu ki, korktum. Rengi bembeyaz olmuştu.

Uçakta tam 13 saat yanımda bilinçsizce yattı. Uçaktaki kusmuk torbalarının hepsini biz kullandık.

O günden sonra istiridye ile de arama bir mesafe koydum. Onların dünyanın hangi denizlerinden toplandığı pek önemli değildi. Bütün denizler pis çünkü. Onun da görevi bu pis suları temizlemek.

İflah olmaz istiridye düşkünü olan Teoman da, bir kaç kez daha zehirlendikten sonra bu kabukluyla olan aşkını bitirdi (mi acaba?).

Durum böyle. Karar sizin!