Halk ağır vergiler, tahminlerin çok üstünde bir hızla artan enflasyon, onun getirdiği dayanılmaz hayat pahalılığı altında ezilirken bürokratlara bol keseden verilen çifter, üçer, beşer maaşlar karşısında da psikolojik olarak ezilmeye devam ediyor. Bu yetmiyor, seçim ve ülkenin güvenliği konusundaki yaygın endişeler yetmiyor, halk neye karşı ise, neyi istemiyorsa onlar ısrarla uygulamaya konuyor. Uzun süredir yıkılmaması için toplumun, sivil toplum kuruluşlarının, muhalefet partilerinin büyük tepki ortaya koyup gösteriler yaptığı Atatürk Havalimanı için Cumhurbaşkanı Erdoğan “Pistlere dokunulmayabilir” demiş, hemen arkasından Çevre Bakanı tarafından pistlerin yıkılacağını, sadece bir pist bırakılacağını açıklamıştı. 27 Mayıs Cuma günü ise daha başlangıçta yapılması gereken imar planı değişikliği alelacele Çevre Bakanlığı tarafından yapıldı ve 29 Mayıs Pazar günü devlet kurumlarından, okullarından getirildiği belirtilen kişilerin de bulunduğu kalabalık bir törenle millet bahçesi için fidanlar dikildi, aynı zamanda İstanbul’un fethinin 569’uncu yıldönümü kutlaması yapıldı. İktidar ortağı iki parti ne derse desin milyarlarca doların yok edilip yerine milletin kesesinden yeni milyarlarca dolar harcanacak olan bu uygulamayı ve aynı sıralarda AKP ile MHP’nin birlikte hazırlayıp TBMM’ye getirdiği ve (dün Zekeriya Albayrak’ın hazırladığı Sözcü haberinde) önemli basın kuruluşlarının “Cumhuriyet tarihinin en ağır sansürü” dediği yeni “Sosyal Medya Yasasını” 60 bine yakın avukatla Türkiye’nin en çok üye sayısına sahip barosu olan İstanbul Barosu Başkanı Sayın Mehmet Durakoğlu ile konuştum.

Mehmet Durakoğlu


İBB İLE İŞBİRLİĞİ YAPILMADI

■ Sayın Durakoğlu, halkın, uzmanların ve ilgili bütün sivil toplum kuruluşlarının yıkılmasına ve yerine “millet bahçesi” yapılmasına karşı çıktığı, “kamu yararına olmayan projeler hukuka aykırıdır” dediği Atatürk Havalimanı pistleri ısrarla kırılarak millet bahçesi yapımına başlandı. Acaba bu girişim nasıl durdurulabilir, böyle bir imkan olacak mı?

Bu plan değişikliğinin gerçekleşmesinden sonra Cuma gününden itibaren askıya çıkarılacaktır, 30 günlük askı süresi var, bu sürenin sonunda dava açılabilir, dolayısıyla bir “tesis edilmiş işlem” söz konusu olacak ve Danıştay’da, idari mahkemelerde açılan davalar tesis edilen işlemlerin iptali amacıyla açılır, o nedenle bu davaların açılması olanağı doğacak. Öyle sanıyorum ki, geçmiş uygulamalarında gördüğümüz kadarıyla bu yetki –plan değiştirme yetkisi- belediyenin elinden alınarak verildiği için ve çıkarılan yeni planın da Belediye ile herhangi bir işbirliği yapılmaksızın gerçekleşmiş olması nedeniyle için İstanbul Büyükşehir Belediyesi özellikle teknik anlamda, yerel yönetim anlamında itirazlarını yapacaktır ve bu itirazları daha sonra da hiç kuşku duymuyorum ki yargıya taşıyacaktır. Zaten bu plan yapılmadan önce Ekrem İmamoğlu da bu açıklamayı yapmıştı.

Bunda bir sıkıntı yok, aynı şekilde Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası’nın da yine kendileri açısından –yine teknik bakımdan söylüyorum- plan değişikliğini yargıya taşıyacaklarını ben biliyorum ve bu anlamda hiç kuşku yok ki hukuki gerekçelerini ortaya koymak bakımından da bizim de aynı şekilde davranışımız beklenmelidir. Bunun için söylediğim gibi planın askıya çıkmasından, kesinleşmesinden sonra davalar açılacaktır. Ancak, bu işin hukuka aykırı olan bir başka yanı da herhangi bir plan olmaksızın, bir projeden bahsetmiyorum, plan bile olmaksızın yapılıyor olmasıdır, kaldı ki bakın teknik olarak söylüyorum; değiştirilen plan 1/100000’lik plandır, böyle bir planla uygulama yapılmaz. 1/100000’lik plan uygun 5000’lik, en son 1000’lik planların çıkması lazım, uygulama planı odur, oralara gelmiş olması gerekiyor ki uygulamayı yapasınız.

İlk fidanı Cumhurbaşkanı Erdoğan dikti.


Ancak daha 1/100000’lik planın uygulaması bile yapılmadan orada ihaleler yapıldı, müteahhitler içeri sokuldu, bazı yerlerde düzenlemeler yapıldı, bunlar tümüyle yasaya aykırı ve bu yasaya aykırılıklar ilerde dava açma sürecinde başlı başına değerlendirilecek olan konulardır ve bunların değerlendirildiği aşamada da belediyelerle işbirliği yapılmamış olmasının da sonuçları ortaya çıkacaktır. İşin hukuki yanı bu, dolayısıyla baktığınız zaman 29 Mayıs İstanbul’un Fethi’ni kutlamak üzere; rekreasyon alanı olarak, alt yapı alanı olarak ya da millet bahçesi olarak yapılması düşünülen yerlerde ağaç dikimi yapılıyor olması tamamen, bugün itibariyle dahi, yani planın çıkmış olması halinde dahi hala hukuka aykırılıkları oluşturuyor çünkü söylediğim gibi henüz bir uygulama imar planı ortada yok! Bana öyle geliyor ki işin tartışılması gereken başka yönleri de var, bunlardan biri İstanbul Havalimanı’nın yapılmasından sonra ortaya çıkan durum.

İktidar değişikliği ihtimali tedbir almaya itmiş olabilir


Ona olan tepkinin, özellikle de belirli yerlere hiç de zorunlu olmadığı halde bir kaynak aktarımı amaçlama nedeniyle yapıldığı anlaşılan bir havaalanının, şimdi geleceğe yönelik bir gelir elde etme projesinin de parçası olması nedeniyle Atatürk Havalimanı’nın açık kalmasının ortaya çıkarabileceği durum da ayrı bir tartışma konusu. Yapılan bütün itirazlar sırasında özellikle müteahhitlerle, İstanbul Havalimanı’nın yapılışı sırasında “yapılış yöntemine ilişkin sözleşmenin” ortaya çıkmamış olması, bütün ısrarlara rağmen bu sözleşmelerden bizim haberimizin olmaması, gelir ortaklığı dediğiniz şeyin hangi süre içerisinde, hangi koşullarda, nasıl ve ne biçimde yapıldığı, dolayısıyla gerçekten Avrupa yakasında ikinci bir havalimanı olmasına izin verilip verilmediği, böyle bir çekincenin sözleşmede olup olmadığı konuları kuşkusuz son derece önemli. Ama bilgi sahibi olamıyoruz, hükümet şeffaf değil, öyle anlaşılıyor ki bir iktidar değişikliğinde anlatmaya çalıştığım gelir ortaklığının yeterince verimli olmayacağı endişesi, özellikle de Atatürk Havalimanı’nın yeniden açılma ihtimalinin bulunması, bu ihtimalin İstanbul Havaalanı’nı önemli ölçüde sekteye uğratacağı gibi gerçeklikler şimdi hükümeti bu anlamda bir tedbir almaya itmiş olabilir, bu plan değişikliği de bunun bir parçası olabilir, konuyu bir de bu açıdan irdelemek gerekiyor.

Atatürk Havalimanı işletilmeyecek idiyse, bir millet bahçesine çevrileceğini kendileri biliyor idiyse, İstanbul Havalimanı’nın isminin Atatürk Havalimanı olarak konulması mümkün iken bunun hiç akla getirilmemiş olması öyle anlaşılıyor ki Atatürk Havalimanı’nın “Atatürk” ismine ilişkin bir başka çekinceyi de ifade etmektedir. Yani 2023’ü kendileri için önemli bir milat sayan, değişimin tarihi olarak nitelendirilen bu rövanş anlayışının bir parçası da öyle gözüküyor ki Atatürk ismine ilişkin bir refleks ortaya çıkmış, bir rövanş duygusunun ortaya çıkmış olmasından kaynaklanıyor.

Ben yapılan işlemlere böyle bakıyorum ve sonuç itibarıyla söylediğim gibi işin başından itibaren hukuka uygun hiçbir işlemin yapılmamış olması nedeniyle çıkarılan planların askıya çıkmasından sonra, askının son gününden itibaren başlayacak iptal davası açılması şeklinde pek çok kurum gibi bizim de harekete geçmemizi temin edecek bir sonuç ortaya çıkacaktır.

■ Atatürk Havalimanı’nın millet bahçesine dönüşmesi için imar planında yapılan değişikliğin en başta yapılması gerekiyormuş. “Yıkmaya başladım, ona göre de imar planını değiştiriyorum” deme konusunda bir yaptırım yok mudur? Sadece TAV Havalimanları Holding’e “kira sözleşmesi bitmeden kapanması nedeniyle” devletin ödeyeceği para 389 milyon avro!

Devlet tarafından yapılan bir ihale bu, sonuç itibarıyla bu planın iptali aşamasına gelindiğinde bütün bunlar ortaya serilecektir. Ancak planın ortaya çıkmış olması önemlidir, bir işlem tesis edilmiştir, artık bir şikayetin yapılması söz konusudur. Şu tartışılabilir; ortada bir plan, bir proje olmadan bu ihale nasıl yapılmıştır, kimler yapmıştır, ihaleyi alanlar neyin ihalesini almışlardır? Bırakın projeyi –ortada bir proje olmadığı anlaşılıyor- ortada bir planın bile olmadığı bir aşamada bütün bunların nasıl yapılmış olduğu kuşkusuz şikayetin konusu olabilir. Burada bir de “kamu yararı ilkesi” var, yapılan işlemin ne denli kamu yararına uygun olup olmadığı da dava sırasında tartışılacaktır. Havaalanı olarak açılmış, işleyen, metrosu, ulaşımı, pek çok şeyi tamamlanmış olan bir alan için şimdi oranın sadece millet bahçesi gibi bir alana dönüştürülecek olmasında ne gibi bir kamu yararı olabilir, bu tartışma konusudur.

Mahkeme iptal ederse eski haline getirilir


■ Evet, vatandaşın yararına olmayan kararlar hukuka aykırı oluyor ama Türkiye’de birçok konuda bu gözetilmiyor, Kanal İstanbul’da da yetki İBB’den alındı, çevresine imar izni çıkarıldı ve “yapacağız” dediler. Siz ise bunlara dava açılabileceğini söylediniz, kazanıldığı takdirde eski haline döndürülmesi mümkün oluyor mu? Havalimanı’nın hala yepyeni duran binalarını da yıkacaklar mı?

Sanmıyorum, Plan 377 hektarlık alanın havaalanı olarak kalmasını öngörüyor, 500 hektarlık bir alanı ayırıyor, oralarda yeni yapılar yapılmasını öngörüyor. Dolayısıyla alanın ve bazı pistlerin bırakılması ihtimal dahilinde, Şehircilik Bakanı Murat Kurum da “Bir pist açık kalacak” açıklaması yaptı. Kırılan pistler de sonradan geri yapılabilir. Eğer mahkeme bu yapılan planın hukuka uygun olmadığına, iptaline karar verirse zaten eski haline getirilecektir, oraya millet bahçesi de yapılamaz, söyledikleri gibi bir kentsel alt yapı alanı olarak düşünülen şeyler de yapılamaz, başka çözüm söz konusu değildir, 1/100000’lik planla uygulama yapılmaz, bu çok net, 1/ 1000’lik plan uygulama planıdır ve o olmadan uygulama yapılamaz, inşaata başlanamaz. Elindeki yetkiyi bile kullanmadan, 1/100000’i bile yapmadan ihaleye çıkan, o ihale sonucunda da 29 Mayıs’a yetiştirilmeye çalışılan bir uğraştan söz ediyoruz. Dolayısıyla bütün bunlar hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen şeyler.

■ Bu kararı Danıştay verecek değil mi?

Evet.

■ Peki, siz Danıştay’ın bu kararı vereceğini düşünüyor musunuz?

Hayır, düşünmüyorum, maalesef böyle bir yargı bağımsızlığı içinde değiliz. Ancak buna rağmen zaman zaman yürekli yargıçlar da çıkıyor, “yargı bağımsızlığı yok” derken bu ülkedeki bütün yargıçları aynı şekilde değerlendiren bir anlayışta değilim ama geldiğimiz nokta itibarıyla yapılan değerlendirmeler, bu değerlendirmelerin sonunda gördüğümüz sonuçlar, özellikle Danıştay’ın son dönem içerisinde dava açma hakkı konusunda (kimler dava açmakta yarar sağlayacaktır konusunda) son derece dar yorumlar yapmış olması karşısında alanı kısıtlayabileceğini, o dar yorumlara devam edeceğini düşünüyorum. Diyelim ki barolar olarak bir çevre katliamına karşı dava açtığımızda “Siz yetkili değilsiniz, dava açamazsınız” diyebiliyor.

■ Kim açabilirmiş, mesela Mimarlar Odası açabilir miymiş?

Evet, Mimarlar Odası’na, Şehir Plancıları Odası’na ilişkin “imar değişikliği” konusunda kökleşmiş kararları var, onlara, belediyelere bir şey demiyor, hiç kuşku duymuyorum, onlar ve İstanbul Belediyesi mutlaka açacaktır, çünkü Ekrem İmamoğlu’nun bu konuda bir açıklaması da var; plan kesinleştikten sonra hukuki yollara başvurulacağını, dava açılacağını söylüyor zaten, Belediye açacaktır. Orada bir sıkıntı yok ama sıkıntı Danıştay’ın bu konuda nasıl davranacağı, nasıl bakacağıyla ilgili.

■ Kanal İstanbul konusunda da yetki İstanbul Belediyesi’nden alınarak işe girişiliyor, imar izni çıkarılıyor, belediyelerin yetkisinde olan izinlerin Çevre Bakanlığı’na aktarılması bu kadar kolay mıdır?

Yasa çıkardılar, bir yasa var, ona göre yapıyorlar. Belirgin alanlarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkisi var, bunu yapabiliyor, nitekim bu son düzenlemeyi de o yetkiye göre yaptı ancak bu yetkinin var olması Belediye’nin yetkisini ortadan kaldıran bir durum değil, beklenir ki bir düzenleme yapıyorsanız hiç kuşku yok ki bunu Belediye ile konuşmanız, onunla işbirliği yapmanız lazım, yani buralarda o yerlere ulaşım sağlanmasından tutun hava koşullarına kadar pek çok konuda Belediye’nin planlamaları var, o planlamalara uygun şekilde yeni alanların açılması, kapatılması söz konusu olması lazım ama Belediye ile hiçbir işbirliği içerisine girmeden sadece kendi aldıkları yetkilerle böyle bir planlama yapabiliyorlar. Kanal İstanbul da örneklerinden biri, Belediye’nin karşı olmasına, bunun bir kent katliamı olduğunu söylemesine rağmen Çevre Şehircilik Bakanlığı aynı şekilde bir plan değişikliği yaparak ortaya koydu bunu. Bu da aynı şekilde Kanal İstanbul gibi; bunu “kamu yararına aykırı” gören toplum kesimleriyle, kamu kuruluşu niteliğindeki bizim gibi meslek odalarıyla ya da bir başka kamu kurumu niteliğinde bulunan belediyelerle karşılıklı mücadelelerle sonuçlanacak olan olgular olarak ortaya çıkacak, öyle gözüküyor.

Asıl tehlike, bu kararlara Danıştay’ın maddi meşruiyet katması olacaktır


■ Kanal İstanbul projesi de deprem, ekolojik denge, aşırı yapılaşma gibi birçok konuda Türkiye’ye zarar verecek bir proje ve halk çok büyük tepki gösterdi. İstanbul gibi çok değerli bir mega kentin tahrip edilmesi veya Atatürk Havalimanı gibi önemli konularda TBMM kararı olmadan hemen imar planı değiştirilmesi nasıl olabiliyor?

Yapılmaması gerekiyor, kanunen mümkündür ama kanunen mümkün olan her şey hukuki midir, hayır değildir, kanunen mümkün olan bazen hukuki olmayabilir, bizim karşılaştığımız sorun zaten bu! Tartıştığımız sorun da bu. Çünkü karşımızda bulunan insanların sizin anlatmaya çalıştığınız şekilde belirli bir “kentsel ilkeler” yoluyla bazı şeyleri düzenlemek gibi bir amaçları yok, asıl amaçları sonuç itibarıyla bir rant düzenini sağlayabilmek, yani “İstanbul’un hangi alanlarında nasıl bir rant oluşturabiliriz” algısı onlar için İstanbul’un kent düzeninden çok daha ileri bir amaç, dolayısıyla bu amaç için savaş veriliyor. Eğer yargı “kanunen uygun gibi gözüken” şekli bir meşruiyeti bulunuyor gözüken şeye bir maddi meşruiyet katarsa işte asıl tehlike o zaman ortaya çıkacaktır. Her iki konu için de söylüyorum; idarenin her türlü işleminin hukuki denetim içerisinde olması lazım, Danıştay bunun için var zaten. Dolayısıyla, idarenin bu işlemini hukuki denetimin parçası haline getirmek Danıştay’ın da hukuka uygundur ya da aykırıdır diyebilmesi “ne kadar hukuki olduğunu” sağlamaya yönelik olacak, denetimini yapmış olacak. Burada önemli olan nokta Danıştay’ın şimdi vereceği kararla bu şekli meşruiyetin gerçekten bir maddi meşruiyete dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği olgusudur. Önemli olan nokta budur, o nedenle kuşkusuz Danıştay kararı son derece önemli.

■ Gelecek kuşakları da ilgilendiren, milli servetin yok edilmesi, milletin yeni ve çok büyük maddi zararlara sokulması gibi önemli kararlarda referandum veya Meclis’te nitelikli çoğunlukla karar alınması gerekmez mi?

Bu ideal olarak ortaya sürülebilir ama kanun böyle düzenlenmiş değil, özellikle planlarla ilgili değişikliklerin TBMM’den geçmesi gibi bir zorunluluk yok, dolayısıyla bu kadar önemli bir konu Meclis’te tartışılsa, Meclis’ten kaçırılmasa kuşkusuz çok daha doğru, daha demokratik ve şeffaf olur, plan düzeninin nasıl yürütüldüğüyle ilgili herkesin görüşü ortaya serilir, muhalefetten görüş alınır, hele söylediğiniz gibi nitelikli çoğunluk aranırsa çok daha anlamlı olur ama yasayı böyle düzenlemediler, niye öyle düzenlesinler ki? Sonuç olarak bir rant düzenini örgütlemeye çalışan bir anlayıştan söz ediyoruz, rant düzeni olsa olsa bütün bu kurumsallıklardan kaçırılacak yapılacak şeydir, niye Meclis’se götürsün ki Belediye’den bile kaçırıyor, üstelik kendisinin çoğunlukta olduğu İstanbul Belediyesi’nden bile kaçırıyor, doğrudan gidiyor Ankara’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda bir plan değişikliği yapıyor, onu da “yaptım, bitti “ diye ilan ediyor. Onu yapmadan evvel de iş bitmiş gibi o kadar emin ki o plan değişikliğinin doğal uzantısı sayılacak şeyleri sadece kendisi bildiği için iş makinelerini daha evvel oraya sokuyor ve değişiklikleri yapıyor.

■ Milyar dolarlar harcanmış ve kötü havalarda kullanılmaması da halka zarar verebilecek bir havaalanı konusunda halkın dava açamaması hukuki bir çelişki değil midir?

Açamaz demiyorum ama dediğim gibi Danıştay’ın bu konuda dar yorumları var. Yani onların dava açmakta yararları olmadığını, biz ona “husumet itirazı” diyoruz, dava açma hakkının olup olmadığı konusunda Danıştay’ın dar yorumları var, bu “kamu yararı” olgusu ile yakından ilgili, söylediğiniz sakıncaların taşıdığı hususları kamu yararını doğrudan doğruya ilgilendiriyor. Bu tartışma, kamu yararı konusu kim dava açarsa açsın mutlaka değineceği, Danıştay’ın da karar oluştururken mutlaka düşüneceği en temel konulardan biri. Dolayısıyla hukuki değerlendirme çok önemli ölçüde bu kavram üzerinden yapılacaktır. İstanbul’da on yıllardır düşünülmüş, kararlaştırılmış, “kent nereye doğru genişletilecek, nereye kayacak, bir deprem konusunda neler yapılacak” bütün bunların planladığı bir “nazım imar planı” var ve siz kalkıyorsunuz bununla hiç ilgisi bulunmayan, orada kararlaştırılan konulara ters düşen kararları bir anda Ankara’da alabiliyorsunuz. Planlanan kentten farklı bir kent oluşturmaya yönelik bir planın ortaya çıkmış olması başlı başına bir tartışma konusu olacaktır zaten.

■ Artık TSK’ya ait arazilere de imar izni verildi, oralarda da yeşillik kalmayacak, Salda Gölü, Milattan Önce 7. yüzyıldan kalma Assos, zeytinlikler, en önemli yerlere imar izni verilerek veya altın arama, termik santral yapılacak denerek en önemli varlıklara, SİT alanlarına müdahale var. Seçime kadar epeyce tahribat olabilir, bu nasıl durdurulacak?

Tamamen yargı tarafından durdurulacak ama toplumun da bu anlamdaki direncinin ortaya konulmuş olması gerekiyor, sonuç itibarıyla siyaset siyaset eliyle yapılan bir şey bu, bir siyaset kurumundan söz ediyoruz ve bu siyaset kurumunun en önemsediği şey sonuç itibarıyla seçimde oy almaktır, o da toplumun bütün bu olup bitenlere nasıl baktığıyla ilgilidir. Bizim amacımız, sizin de gazeteciler olarak “haber alma özgürlüğümüzü kullandıran kişiler olarak” yaptığınız bu yayınlar toplumda bir algı yaratacak ve biz bu algının sonucu olan noktalara doğru evrileceğiz. Başka çaremiz söz konusu değil. Mücadele edeceğiz, anlatacağız ve siyaset kurumuyla karşı karşıya kalıyorsak kalacağız, yapılması gereken şey sonuna kadar mücadele etmektir, başka bir tılsımlı yol yok. Milli servet dediğiniz şey hukukta “kamu yararı”, bu tartışmanın bir numaralı maddesi her alanda kamu yararıdır ve bu tartışma yapılacaktır kuşkusuz.

Bütün bunların hukuken ne anlam ifade ettiğini biz Danıştay kararında açıkça göreceğiz. İnşallah göreceğiz diyorum, çünkü Türkiye’de yargının son durumu itibariyle özellikle de idare tarafından oluşturulan ve bir siyasi öz içeren davalarda çok fazla hayal kırıklıklarına uğradığım için artık yeni hayal kırıklıklarına uğrayacak bir cümle bulmakta güçlük çekiyorum. Eskiden olsa size “Merak etmeyin Ankara’da hakimler var” diyebilirdim, keşke öyle olabilseydi ama hukuka aykırı olduğunu bildiğim pek çok kararın mahkemelerden “hukuka uygundur” diye çıktığına çok tanık oldum. Bu nedenle açıkçası şaşırmak istiyorum.

■ İstanbul Valiliği Atatürk Havalimanı için “acil” koduyla bir açıklama yaptı ve “Proje alanında kara-hava düzenlemesi yapılamadığı için karar alınamıyor” dedi ama bunu hiç dinlemediler, Erdoğan “Bazı pistler kalacak” dediği halde karar çıktı, bu çelişkiler nedir?

Bunu kimsenin anladığını sanmıyorum, sürece başladığınız ilk zamanlarda Çevre Şehircilik Bakanlığı bir açıklama yaptı, bir süre sonra iş makinalarını biz o alan içerisinde gördük, daha sonra son derece anlamsız şekilde Sayın Cumhurbaşkanı gençlerle yaptığı bir toplantıda “Herhalde pistler kalacak” dedi ama arkasından Çevre Bakanı beyanı değiştirdi “29 Mayıs’ı kutlamak için bir çevre düzenlemesi yapıyoruz” a dönüştü. Bana anlattığı “Biz 29 Mayıs’ta bir gövde gösterisi yapacağız, buna uygun bir alan açılsın, ne yapılacağını daha sonra kararlaştırırız, siz de bir plan değişikliği yapın, daha sonra buna uygun bir projeyi ortaya çıkarırız. Bakanın kendisinin Cumhurbaşkanı’na rağmen bir şey yapması söz konusu olamayacağına göre, Cumhurbaşkanı’nı da konuştuğu sırada pistlerin açık kalmasına ilişkin kararını henüz vermemiş olduğuna göre ortada bir projenin olmadığına eminim de, bir “binlik plan” düzeyine indirilecek bir çalışmanın da kafalarında oluşmadığı düşüncesindeyim. Bundan sonra yapılacak planlamalar, bir yıl içinde yapılacak bir seçimle bağlantılı olarak yapılacak projelerdir. Kanal İstanbul’a neden başlayamadılar, geldiğimiz nokta seçim nedeniyle muhalefet tarafından ifade edilen karşıtlıkla “başlaması söz konusu olan kişilerin ciddi kayıplara uğrayacağı” ihtimalini ifade etti. Burada da bir toplumsal muhalefet örgütlenmesi sağlayabilirsek buraya olsa olsa ağaç dikebilirler, daha ötesine gidebileceklerini düşünemiyorum.

■ Batı ülkelerinde bir evin bahçe duvarı bile “görüntüyü, planı bozamazsın” denerek engelleniyor. Atatürk Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi kararlar bir Batı ülkesinde bu kadar kolay alınabilir miydi, örneğin Heatrow Havalimanı sebepsiz yere yıkılabilir miydi?

Sanmıyorum, hukuk devletlerinde bu tür davranışların sergilenmesi mümkün olmaz, olursa da yargıdan döner. Çünkü hukuk devletinin kendisini görünür kılan en temel ilkesi; her türlü idari eylem ve işlemin hukuki denetime tabi olmasıdır. Bizde de Danıştay’a açılacak dava da yargının yürütmeye ilişkin denetim fonksiyonunu yerine getirmesidir.

■ Danıştay’dan “yürütmeyi durdurma kararı” hemen mi çıkar?

Evet, yürütmeyi durdurma kararının özelliği o, en kısa zamanda çıkar. Mahkeme daha 1/1000’lik plan yapılmadan uygulamanın nasıl yapıldığını kuşkusuz değerlendirecektir, şu anda yapılanlar yasal değildir.

İktidarın basına açtığı davaların tamamı ifade özgürlüğüne yönelik


■ Yeni çıkarılacak olan “sosyal medya yasası” halkı yanıltıcı bilgi yayma şeklinde her bilgi için kullanılabilecek çok geniş bir kapsamla hapis ve para cezaları, reklam yasakları getiriyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?

Bu iktidarın ifade özgürlüğüyle ilgili çok temel bir sorunu var, özellikle basına karşı açılan davalarda; SÖZCÜ davasında da aynı şeyi gördük, Cumhuriyet davasında da gördük, RTÜK’ün yaptığı uygulamalar açısından da böyle, Basın İlan Kurumu’nun ilanlarla ilgili yaptığı açıklamalarda da böyle, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik olarak sistemli bir çaba söz konusu. Bunu demokratik bir ülke içinde doğrudan yasalarla düzenleyemeyeceği için bu türden uygulamalarla ifade özgürlüğünü kısıtlamaya çalışıyor.

■ Sosyal medya için yasa çıkarıyor işte…

Evet, sosyal medya yasası çıkarıyor, çünkü basına karşı açtığı davalar ya da verdiği cezalarla, vermediği ilanlarla yaptığı düzenlemelerin tamamı aslında ifade özgürlüğünün bir türevi konumunda bulunan medya özgürlüğünün ihlaline yönelik. Yani toplum, haber alma özgürlüğünü kendisine sağlayan organların bu özgürlüklerinin kısıtlanmasının aslında kendisine yönelik bir kısıtlama olduğunun farkında olmadığı için sanki bu davaları onlara açılmış, cezalar onlara verilmiş gibi anlaşılıyor. Artık medya üzerinde bir otokontrol sistemi oluşturuldu, bunu görüyorsunuz, yandaş medyada ne kadar serbestçe konuşulduğunu ama muhalif medyada bir çekingenlik söz konusu olduğunu, moderatörlerin konuklarının ağzından çıkan lafı bile zaman zaman düzeltme ihtiyacı içinde olduklarını görüyoruz. Yani bir otokontrol sistemi orada gelişti, şimdi toplumu bu anlamda etkilemeye çalışıyorlar, “Twit atarken, yazarken, video çekerken dikkatli olacaksın kardeşim, bir şey söylerken özellikle bana karşı bir şey söylerken dikkatli olacaksın ama muhalefete söyleyebilirsin, hakaret bile edebilirsin orada bir sıkıntı yok” yasasından başka bir şey değil. Bu Türkiye’de ifade özgürlüğünün geldiği noktadır, buralardan verilecek cezalar söz konusu olsa dahi herkes bilmeli ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları bu anlamda büyük özgürlükler içeriyor, dolayısıyla “iktidara karşı kullanılan ifadeler” için daha toleranslı olunması gerektiğini açıkça söylüyor, hatta sosyal medyalarda “hakaret” sözcüğünün cezai olarak bir müeyyideye bağlanmaması gerçeğinden söz ediyor, en son verdiği kararlarda özellikle de “cumhurbaşkanına hakaret” gibi bir maddenin doğru olmadığını ifade ediyor, bizde ise AİHM’nin bu liberalizasyonunu tersine çevirmeye yönelik bir kanun getirilmeye çalışılıyor, dolayısıyla cezalar AİHM’den kesinlikle dönecektir.

O dava yalnızca Yılmaz Özdil’e değil bütün medyaya karşı açıldı


■ Yılmaz Özdil’e Mehmet Cengiz’in açtığı davayı biliyorsunuz değil mi?

Evet, aslında o Yılmaz Özdil’e açılmış bir dava değil, Yılmaz Özdil’le birlikte bütün medyaya karşı açılmış bir dava. Yani “Bize karşı yazmayacaksınız kardeşim, o ifadeleri kullanmayacaksınız” davaları bunlar. Bir sindirme politikasının sonucu ve bu yasa da bir sindirme yasası aslında. Sineceksiniz, susacaksınız, korkacaksınız, konuşmayacaksınız, otoriter bir yönetimle karşı karşıyayız, dünyanın her yerinde otoriter yönetimler daha sonra totaliterizme doğru yönelir, bu kaçınılmaz bir siyasal tarih gerçeğidir. Bazen bu “iktidar istemese dahi” gerçekleşir ama bunlar istiyorlar, totaliterizm de açıkça muhalefetin olmadığı rejimdir. Bu rejim şu anda otoriter bir rejim ama Türkiye totaliterizme doğru gidiyor, bunu görmemiz ve mücadelesini yapmamız gerekiyor, 2023 seçimi bu nedenle son derece önemlidir.

(Mehmet Durakoğlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir süre serbest avukatlık yapmış, 2002-2004 yıllarında İstanbul Barosu İnsan Hakları Kurulu Üyesi, 2006-2008 ve 2010-2016 yıllarında Baro Başkan Yardımcısı olarak görev yapmış, 2016 yılında Baro Başkanı seçilmiştir. 2018 ve 2021 yıllarında yeniden Baro Başkanlığı’na getirilen Avukat Mehmet Durakoğlu SODEV (Sosyal Demokrasi Vakfı) ve TÜSES (Türkiye Sosyal, Ekonomik, Siyasal Araştırma Vakfı) yöneticiliği görevlerinde de bulunmuştur.)