17 yaşıma kadar girdiğim en büyük su birikintisi evin aşağısından akan derede balık tutmak için kestiğimiz adalarda oluşan göletlerdi.

Bir de akraba ziyaretlerine giderken kıyısından izlediğimiz Çıldır Gölü vardı.

Bir yanımızda 3200 metre yüksekliğindeki Kısır Dağı, diğer yanımızda 1950 metre yüksekliğindeki Çıldır gölü.  Araba kıyısından kıvrıla kıvrıla giderken “gölü mü dağı mı tercih ederim” diye düşünür ve hep dağı seçerdim.

Ben, denizle gerçek anlamda 17 yaşında bir üniversite öğrencisiyken tanıştım.

Ayvalık’ta Altınoluk sahilinde bir iskelede durup, deniz kestanelerine basmadan sığ yere kadar gidip gidemeyeceğimi düşünmüştüm.

Dalgalarıyla, derinliğiyle denizin beni yutacağından endişe edip, uzun süre girmeye çekinmiştim.

★★★

Sanırım Çıldır Gölü ve Altınoluk İskelesi bende bir açık deniz ve ada fobisi yarattı.

Hiçbir zaman bir teknede açık denizde kalamadım.

Arkadaşların “tekne tatili” önerilerini hep geri çevirdim.

Zira “ya bunalırsam, gerilirsem”, “Dönmek istesem ya herkes benim yüzümden döner ya ben kalırım”, “Gece uyuyamazsam ne yaparım” gibi sorulardan kaçamadım.

Bir adada kalmak da benim için teknede kalmak gibiydi.

Bu nedenle (İstanbul’da ya da Ege’de birkaç defa günübirliğine gittiğim adaları saymazsak) 50 yaşıma kadar geceleri adalardan da uzak durdum.

“Ya ciddi bir sağlık sorunu yaşarsam?”

“Ya birine bir şey olursa acele dönmem gerekirse?”

“Ya son vapuru kaçırırsam?”

Bu sorular beni hep gerdi.

Ada tatili önerilerini de bu nedenlerle hep geri çevirdim.

★★★

Bu durum 2022’ye kadar sürdü.

50 yaşımı doldurmaya aylar kalmıştı ve Gökçeadalı aile dostumuz Kamil (Bakırcı) Ağabey, beni adada kalma fikrine ikna etti (Sanırım insan hayatının ikinci çeyrek asrını da geride bırakınca daha çabuk ikna oluyor).

İki geceliğine geldim.

Patrik Bartholomeos’un doğduğu Zeytinli köyle başladık gezmeye. Sonra Kefalos Plajında denize girdik. Tepeköy Çınaraltı’nda buz gibi karadut suyu içtik. Kaleköy’de güneşi batırdık. Bir gün sonra güne Efi badem kurabiyeleriyle başladık. Gece Tepeköy’de bir tavernaya gidip hem güzel bir yemek yedik hem tabak kırıp sirtaki yapan (daha doğrusu eğlenen) insanları izledik.

İnanmayacaksınız ama iki gün boyunca ne son vapuru düşündüm ne sağlık sorunlarını ne bir şey olursa ana karaya nasıl döneceğimi. Kendimden hiç beklemezdim ama “ada insanı” kıvamına gelip tam anlamıyla Gökçeada’nın tadını çıkardım.

★★★

O kadar sevmiştim ki tam bir yıl sonra (aynı gün) bir daha geldim.

Bu defa kendimi bir turist gibi hissetmedim. Adalılarla sohbet edip sorunlarını dinledim ve ilk seferinde pek fark edemediğim ada sorunlarını fark etmeye başladım.

Ada, insanı büyülüyor ama sırtında gerçek sorunları taşıyor.

En önemli sorun (hatta hastane, sağlık, çöp gibi bütün sorunların temeli) ulaşım.

Sanki insanlar bu cennete gelmesin diye zorlaştırmışlar ulaşımı.

Gemi saatleriyle gemilerin durumu konusuna girmiyorum dahi (Deniz ulaşımı sanki biraz idarenin ve kaptanların insafına kalmış).

Hava ulaşımı hiç yok. Oysa Gökçeada’da 2010 yılında yaklaşık 60 milyon dolar (1,6 milyar lira) harcanarak yenilenen bir havaalanı var. Ne yazık ki personeli görev başında ve her şeyi işler halde olmasına karşın işlemiyor.

Düşünsenize, bugünün parasıyla 1,6 milyar lira harcamışlar ve koca havaalanı şu anda askeri uçuşlar ve acil sağlık uçuşları dışında öylece duruyor.

(Binali Yıldırım havaalanını açarken İstanbul Sabiha Gökçen’den haftada iki sefer olacağını ilan etmişti.) Tatil yapmak isteyen Türkler, sörf yapmaya gelen yabancılar haftada iki uçağı çok rahat doldurmaz mı?

Doldurur.

Hatta düzenli bir hava trafiğiyle, sistemli bir tanıtımla sezonda uçakların Gökçeada’ya vızır vızır işlemesi işten dahi değil.

★★★

Yunanistan ana karasından yüzlerce mil uzakta olan adalarını turizm cennetine çevirmiş.

Biz ise burnumuzun dibindeki cennet adalarımızın temel sorunlarını dahi çözemiyoruz.

Gerçekten üzücü!