Eğer “Hakimiyet, bilâ kayd-ü şart milletindir” (Egemenlik, kayıtsız, şartsız ulusundur) deniyorsa, mesuliyet yani sorumluluk da kayıtsız şartsız milletindir. Yetki ve sorumluluk, bir madeni paranın iki yüzü gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Millet, tek kişi değil, çok kişidir. Ülke yönetimine bizzat değil, seçtiği vekilleri (temsilcileri) vasıtasıyla hakim olur. Milletin vekillerinden oluşan heyete “millet meclisi” denir. Amerika’da bu heyetin adı “House of Representatives”tir (Temsilciler Meclisi). Bir milleti oluşturan fertlerin tümü, herhangi bir konuda birbiriyle aynı fikirde olamaz. Milletin kendisi birbiriyle aynı fikirde değilse, onların meclisteki vekilleri (temsilcileri) de birbiriyle ayni fikirde olamaz. Bu ahlaken de böyle olmalıdır. Demek ki; millet meclisinin çıkaracağı bir kanun veya milli hakimiyet üzerine kurulmuş bir hükümetin alacağı herhangi bir karar, milletin tümünün isteklerini aynen karşılayamaz. Hatta alınan karar, milletin bir bölümünün asla onaylamayacağı türden de olabilir. Ama devletin bekası, kanun hakimiyeti, özgürlük ve mülkiyetin korunması ile halkın ekonomik ve sosyal refahının gelişmesi için, bireylerin beğenmedikleri veya onaylamadıkları kural ve kararlara da uyma zorunluluğu vardır. Buna “Kanun Hakimiyeti” (Rule of Law) denir. Sırası gelmişken “Superiority of Law” ilkesinin yanlış tercümesi olup “Yargının Üstünlüğü” gibi anlaşılan “Hukukun Üstünlüğü” deyiminden vazgeçilmesini öneriyorum.

HAKİMİYET MİLLETİNDİR NEREDEN ÇIKTI

Osmanlı’da hakimiyet, padişaha aitti. Padişah, 1919’da Ordu Müfettişi olarak tayin ettiği Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği bütün yetkileri, işgal kuvvetlerinin baskısı altında iptal etti. Mustafa Kemal, Sultan’ın bu kararı baskı altında aldığını biliyordu. Sebep bu olsa da Mustafa Kemal, resmen “yetkisiz” hale gelmişti. Bu yetki noksanını gidermek için bir plan yaptı. İngiliz komutan tarafından kapatılan Meclisi Mebusan’ı 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplantıya çağırdı. Bu meclis “millet hakimiyetinin kayıtsız şartsız temsilcisi” olarak Padişah’ın yetkilerine haiz olacaktı. Mustafa Kemal de bu meclisin reisi olacak ve onun adına hareket ederek vatanı kurtaracaktı. Meclisi oluşturan mebusların hepsi aynı fikir ve kanaatte değildi. Çünkü millet de aynı fikirde değildi. Ama tüzel bir kişilik olan TBMM, muhalifler de dahil, milletin bütününü temsil ediyordu. Mustafa Kemal otokrat olmadı. Meclisten aldığı yetkiyle hareket etti. Padişah’ın değil milletin hakimiyetine dayanan demokrasinin temellerini attı.

SON SEÇİMLER DEMOKRASİYİ İÇSELLEŞTİRDİĞİMİZİN KANITIDIR

Bu kadar çekişmeli ve heyecanlı ve hatta devrimci bir seçim kampanyasından sonra bu kadar düzenli, disiplinli ve sakin bir seçim yapmış olmakla, milletçe gurur duyabiliriz. A) Bizim mahallede hüzün hakim. Bu yüzden antidemokratik tavırlar takınılmasına ve “batsın böyle demokrasi” şarkıları söylenmesine üzülerek tanık oluyorum. B) Seçmenin yarıdan fazlası iktidar ittifakına oy vermemiştir. Niye milletin tümüne küsülüyor, anlamıyorum. C) Bugünkü bölünme durumsaldır. Bir an için Millet İttifakı’na oy verenlerden “ayrı bir millet kurulsa” bir ay içinde aralarında ikilik çıkar. D) Seçmen tabanında, tavandaki “Altılı Masa”nın pek bir karşılığı yokmuş anlaşılan. E) Cumhur’a oy verenlerin ortalama geliri, muhalefete oy verenlerinkinden kesinlikle düşüktür. Onlar bu durumdan mutlu değildir, ama ümitleri Erdoğan’dır. F) Ekonomide her fiyat bir gelirdir. Artan fiyatlar herkesin giderini artırır. Ama fiyat zamları sayesinde “geliri, giderinden fazla artan” milyonlarca aile vardır. G) Keskin iktisat, siyasete zarardır. H) Herkes kendi kafasını beğenir. Milletvekili, milletin kafa dengidir. Seçmen başka kafaya değil, kendi kafasına oy verir.

SON SÖZ: Milli gelir azalmamışsa, hayat herkes için pahalanmamıştır.