Türk resminin yaşayan en önemli isimlerinden olan Onay Akbaş, Fatsa'da doğan, 12 Eylül'de Terzi Fikri Fatsası'nda bulunan, darbe döneminde hapse atılan ve hapishanede verem olduğu için de tedavi gören Onay, Fransa'da birçok ödülün de sahibi... Onay, Fatsa'dan Paris'e uzanan hikayesini, 12 Eylül döneminde yaşadıklarını, sanatçı ve iktidar ilişkisini Kayıt Dışı'na anlattı... Resimle nasıl tanıştınız? Çocukluğum memleketimdir denir ya... Aslında memleketim çocukluğumdur. Çocukluğumun sanat maceramda çok önemli bir yeri var. Çocuklar da resimlerimi çok seviyor. Renkli oluşuyla, dolu oluşuyla... Çocuklar kendi dünyalarını doldurmakla uğraşırlar. Zihinleri ve ruhları bakirdir. Onu doldurmakla uğraşırlar. 1984'te Maltepe Ressamları diye bir oluşum vardı. Ilk atölyemi Maltepe'de açmıştım. Yıllar sonra ilkokul öğretmenim beni buldu. Dedi ki, "Ben bütün öğrencilere 'Ne olmak istiyorsunuz' diye sormuştum. Herkes "Doktor, avukat" demişti. Ben Fatsa'nın Bağlarca Köyü'nde okudum. Sen "Ressam olacağım demiştin ve bütün sınıf güldü" dedi. Ben de dedim ki, "Niye gülüyorsunuz çocuklar, ressamlık da bir meslektir." Sen o zamandan beri resim yapmayı düşünüyorsun demişti. Ben Karadeniz'e gittiğimde hatırlatıyorlar: "Sen elinde defterler hayvanların peşinde koşup, onların resimlerini çiziyordun." Bana "yapabilirim" duygusunu aşılayan, Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi'nde okurken ikincilik ödülü almamdı. Sonra nasıl gelişti hikaye? Tesadüfen Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi'nin resim, müzik ve beden bölümlerinin seçmeli öğrenciler aldığını duydum radyodan... Atlayıp geldim İstanbul'a, kimse yoktu. 3 masa vardı karşımda. Beni resim bölümüne yazın dedim. O isimleri yazan şahıs, daha sonra benim hocam oldu. Vefat etti sonradan. Bana dedi ki, "Evladım, sen her yere soruyorsun, bu yetenek sınavıyla alınan bir şey, hangisine yeteneğin varsa ona başvur." Ben de kendisine, "Beni yaz, benim kim olduğumu biliyor musun?" dedim. Liselerarası yarışmada aldığım ödül, bana o öz güveni aşılamıştı. Profesyonelliğe nasıl adım attınız? İlk profesyonellik deneyimim Maltepe Ressamları oluşumu ile başladı. Maltepe'de 1984'te, 12 Eylül'ün izleri henüz silinmemişken, korku her yerdeydi. Maltepe'de kiralar çok ucuzdu. Birtakım sanatçı adayları orada kümeleşmeye başlamışlardı. Aslında şu anda Yeldeğirmeni'nde bulunan ofis-atölye de öyle bir kümeleşmenin ortasında. Orada 4 yıl profesyonel sanat deneyiminde bulundum. İlk atölyemi orada açtım. İlk resimlerimizi bakkala, muhasebeciye, berbere sattık. 21 yaşındaydım. İstanbul'da kimsem yoktu. Sık sık kendime "Niçin sanat yapıyorum?" diye soruyordum. "Sanat benim için gerekli midir?" diye soruyordum. DÜNYANIN HER YERİNDE SANATIMI YAPABİLİRİM DEDİM Nasıl bir cevap verdiniz "Niçin sanat yapıyorum" sorusuna? Ben anonim bir kasabada, anonim bir ailede doğdum. Bana örnek olabilecek kimse yoktu. Sanat ve hayat taklitle başlar. Örneklerin olması gerekiyor. Her şeyim anonimdi. Benim için sanat yapmak anonimliğe başkaldırmaktı. Suyun üzerine kafanı çıkarıp, "Ben de varım" diyebilmekti. Paris serüveni nasıl başladı? Dünyanın her yerinde sanatımı yapabilirim dedim. Fırçalarımı alıp bir Avrupa turuna çıktım. Esas niyetim Paris'e gitmekti. Bunun birçok nedeni vardı. Biz röprodüksiyon kuşağıydık. Bizde müzeler yok, galeriler yabancı sanatçıları zaten sergilemiyor. Röprodüksiyonlardan gördüğümüz kadarıyla, el yordamıyla tanıştık. Benim ilk orijinal resimle karşılaşmam İtalya'da oldu. O da 23-24 yaşından sonraydı. Öğrencilik yıllarında Da Vinci'ler, Van Gogh'lar nerede? Onlara doğru bir seyahatti o. Biz kültür emperyalizminin de birer öğeleriyiz. Fransız edebiyatı denilince Voltaiere, Diderot, Jean Jack Rousseau, Montesquieu' lar sizin bilinçaltınıza öyle veya böyle yerleşiyor. Sanat bilinçaltını biraz serbest bırakan da bir şey. Terapi yanı da var. Sanat eylemi öyle bir eylem. Ben kültür emperyalizminin bana öğrettikleri, dayattıkları ya da bana kadar ulaştırdıklarının bir ürünüyüm aslında. Paris'e yerleşme kararını nasıl aldınız? Fransa'da ilk gittiğimde bir Türk bakkalın alt katında, mahzende yaşamaya başladım. Bir ev sorunu ve vize problemim vardı. İlk resimlerimi de orada tanıştığım insanların bana sokaktan buldukları atık malzemelerin üzerine yapmaya başladım. Ben hep şanslıydım. Mahzende yaptığım işleri galeriye gösterdim. Hayatımda tek bir defa galeriye dosya sundum. O da o galeriydi. Genç bir galerici kuşağıydı. "Biz senin sergini yapalım" dediler. Bu galeri aynı zamanda Fransız Devrimi'nin 200'üncü yılının kutlamalarının resmi programındaydı. Bana büyük bir cesaret verdi bu durum. Orada baya bir resmim satıldı.
Erk - Hakim
PARİS BİR KÜLTÜR KAZANI Paris nasıl bir yer olarak göründü size ilk gittiğinizde? Paris bir kültür kazanı. İnanılmaz bir şekilde dünyanın her yerinden allame-i cihanlar gelip kendisini o kültür kazanının içine atıyorlar. O rekabet aslında sanatçı için hem kazançlı hem de tahrip edici olabiliyor. 100 kişiden belki biri bu işi başarabiliyor. 1980'lerden sonra resimleriniz daha da renkleniyor. Bu değişimi nasıl tarif edersiniz? Ben hep kendime benzeyen şeyler yapmaya çalışıyorum. Sahici olduklarını düşünüyordum. Ben Maltepe'deyken fare resmi yapıyordum, çünkü farelerle yaşıyordum. 30 metrekarelik atölyem vardı. İlk aldığım resimle perde almıştım, atölyeyi ikiye bölmüştüm. Tuğla almıştım, banyo yapmak için. Tuğla yarıya kadar yetti o bölmeyi bitiremedim. Yaşadığın şey bir şekilde giriyor yaptığın resme. Çok güzel bir anım var mesela. Fatsa'da bir fare görüyorum. Annem tuzak kurmuş, fareyi öldürsek bir bela, öldürmesek bir bela. Aldım, o fareyi çizdim. O yaşadığımla direkt ilintili. 12 Eylül kuşağıyım ben. Çok sert yaşayanlardan birisiyim. Öğrencilik yıllarımda bir fotoğraf yüzünden içeri aldılar, 3,5 ay ciddi bir işkence gördükten sonra, 3,5 ay da verem hastanesinde tedavi gördüm. O dönem ölüm çok geziniyordu etrafımızda. Arkadaşlarımız yargılanıyordu. İdamlar vardı. Çok zor koşullardı. Bir sürü genç içeride mahvoldu. Ben bir yılımı kaybettim. Hayatlarını kaybedenler vardı. Genç olmanın suç olduğu bir dönemdi. Ben ölümü çizdim. Kurukafalar, iskeletler çizdim. Paris'e gidince kısa bir dönem Alman ekspresyonistlerine benzeyen bir dönemim oldu. Daha sonra da tamamen özgür figür anlayışıyla resimler yapmaya başladım ve kendimi buldum.
1984 - Kapanda Fare
Bir sanatçı olarak çağının hem tanığı hem de sanığı olmuşsunuz... Bu çok moda bir kavram aslında. Aklı başında yazarlar, çizerler hep "Sanatçı, çağının tanığıdır" diyorlar. Tanık çok. Sanık olmaya kimse cesaret edemiyor. Öyle bir çağda yaşıyoruz. Sanatçı çağının sanığı da olabilmeyi göze alabilmeli. Tanıklık çok nötr bir şeydir. Ne işe yarar tanıklığınız? Herkes görüyor, herkes izliyor... Sanatçı biraz muhalif olmalı, çağının değerleriyle ters düşmeyi göze alabilmeli. Sanat retle başlar. Hayat da öyledir. İlk çığlık bir rettir. Ciğerleriniz açılır. Daha sonra annenizi, babanızı reddedersiniz. Sanat da öyledir. Ustanızı reddedersiniz. Bu reddi göze alabilmektir sanat. SANAT VE İKTİDAR HEP YAN YANA OLMUŞ Paris'ten bakınca iktidarın yanında konumlanan sanatçılar nasıl gözüküyor? Sanat ve iktidar hep yan yana olmuşlar. Sanatçı, iktidara bir şekilde eklemlenmeye çalışmış. Mağara döneminden bugüne geldiğimizde, büyü var. Büyü bir iktidardır mesela. Oradan kurtuluyor kilisenin etkisine giriyor. O da bir iktidardır. Daha sonra zengin ailelerle yan yana geliyor sanatçılar. Birbirlerini kullanarak gelmişler. Sanatın içerisinde iktidar var. Sürekli yan yana yürümüş. Ne zamana kadar? Empresyonistler, "Atölyede üretme olayını bırakalım, şövalemizi sokağa taşıyalım" diyor. O andan itibaren sanat özgürleşmeye başlıyor. O zamana kadar sanat işlevi olan bir şey olarak görülürken, ondan sonra kendi kendine işlevler icat eden bir mecra haline dönüşmeye başlıyor. U da Sanayi Devrimi'ne tekabül ediyor. Benim resimlerimin temelinde de iktidarları sorgulayan şeyler var. İktidar sadece bir çeşit değil. Mülkiyetle ilgili iktidar var örneğin. Bir ülkeyi işgal etmek istiyorsanız, kültürünüzle işgal edersiniz önce. Kültürünüzle kabulu elde etmişseniz, arkasından mal da satarsınız. Kültür emperyalizmi dediğim şey bu. Kültür, verilen savaşlardan sacayaklarından bir tanesi. Birincisi ekonomik savaş, ikincisi askeri savaş, üçüncüsü kültürel savaş. Olimpiyatlar, toplumlar birbirleriyle savaşmasınlar diye uydurulmuş. Sanat da bir şekilde olimpiyatların gördüğü işlevi görüyor. İşlevinden kurtulmuş dedik ama, sanatı kendi işlevlerine katmak isteyen iktidarlar var. İngilizler, Fransızlar sanat yoluyla birbirleriyle savaşlıyorlar aslında. Pazar payı kapmanın altyapıları böyle oluşuyor. Ciddi devletlerin, ciddi kültür politikaları vardır.
2006 - Müzisyenin Rüyası
İktidarın dünyaca ünlü sanatçılarımızın bir kısmını "yerli ve milli" olmamakla itham etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanat sınırları aşan bir şey. Sanatın sınırı yok. "Notayı ben buldum" diyebiliyor musun? "Müziği ben yapabilirim" diyebiliyor musunuz? Klasik, etnik, pop müzik vardır, doğru... Dünyanın her yerinde sanat tutucular tarafından yapılmaz. Sanat, açık kafa ister, özgürlük ister. Özgür olmayan bir toplumda, sanatın ne kadar özgür olacağını bilmek için çok iyi matematiğe gerek yok. Eğer özgürlük yoksa, sanat da yoktur. Özgürlüklerin sekteye uğradığı zamanlarda sanat yapılamaz mı? Yapılır... Çok yetkin şeyler üretilebilir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra inanılmaz derecede güçlü bir sanat anlayışının çıktığını görüyoruz. Bu krizler varken de insanlar sanat üretebilir. En büyük özgürlük zihinde ve beyinde olan özgürlüktür. Tutucu insan özgür olamaz! Çok inançlı bir insanın özgür olabileceğini düşünemiyorum. İnanç değişmeyen bir şeydir. Halbuki sanat değişen bir şeydir. Bu yönüyle tarih boyunca hep çatışmıştır. Özgür bir ortam yoksa özgün bir sanat da yoktur.
1994 - Sokak Kuklacıları
SANATIN İÇERİSİNDE İKTİDAR ODAKLARI VAR Türkiye'deki resim piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu Türkiye'de çok büyük bir sorunsal. Pasta, çok küçük. Türkiye'nin 80 milyon nüfusu var, Fransa'nın 65 milyon. Türkiye nüfus olarak ve coğrafi olarak çok daha büyük. Ekonomik olarak çok daha küçük... Modern sanat anlamında da 150 yıllık bir geçmişimiz var. Modern Türk resmi paşa ressamların ya da profesörlerin ellerine doğmuş ve ellerinde biçimlenmiş. Biz 1850'lerden sonra modernleşme hikayemizle birlikte kartograflar göndermeye başlıyoruz batıya. Paşalarımızı, subaylarımızı batıya gitsinler, haritacılığı öğrensinler diyoruz. Onlar haritacılığı öğrendiklerinde çizmeyi de öğreniyorlar. Şeker Ahmet Paşa'yı bunlardan sayabiliriz. Bir sürü isim var. Profesörleri de cumhuriyetle birlikte gönderiyoruz. Onlar da batının sanat yapma biçimlerini öğrenip, ülkenin sanat sacayağını yürütsünler diyoruz. Sanatın kendi içerisinde de iktidar odakları var. Özgür sanatçı kavramı Abidin Dino'lardan, Fikret Mualla'lardan, Selim Turan'lardan sonra çıkıyor. Bunlar batıda yaşayan bir kuşak. Bahsettiklerimin çoğu Paris'te... Dolayısıyla özgür sanatçı kavramı gelişmeye başlıyor. Bir yere bağlı kalmadan resim yapıyorlar. Bu 1930'lardan, 1940'lardan sonra gelişen bir anlayış. Sanat batıda kurumsallaşmıştır. Batıda bir eksper kurumu vardır. Bizde hiçbir kurum sürekli değil. Kurumlar sürekli değil. Bunun bir de sanatçı kategorisi var. Paris'te bir tane güzel sanatlar akademisi var. Türkiye'de son 10-15 yılda, eğitimin özelleştirilmesinin hız kazandığı dönemi içine alırsak, yaklaşık 150-200 tane güzel sanatlar fakültesi kuruldu. Bu sevindiriciymiş gibi duruyor. Halbuki bu kalite sorununu da getiriyor. Biz sanatçı adayları yetiştirirken, onları nasıl yetiştireceğiz konusuyla ilgili problemle karşılaşıyoruz. Yılda 30 bin sanatçı adayı piyasa denilen kazanın içine atlıyor. Pasta büyümüyor. Kurumlar gerekli şekilde devreye giremiyorlar. Almaları gereken rolleri almıyorlar. Sanatın gerekliliğine inanan kesim çok az. Fransa'da yüzde 1 kanunu diye bir kanun var. Bu kanunla birlikte her kamusal şirket, cirosunun yüzde 1'ini sanat için harcamaya mecburdur. Siz bu parayı hiçbir yere harcayamazsınız. Okulların bile bahçelerinde, meydanlarda, her kurumda sanat eseri vardır. Sanatçı da bundan ekonomik olarak yararlanır. İnsanların resimle nasıl bir ilişki kurmasını hayal edersiniz? Ben resimle insanlar yaşasın isterim. Diyalog kursunlar isteirm. Beraber evrilelim isterim. Sanatçı yaptıktan sonra kendi eserine yabancılaşan bir insan. İnsanlar onunla yaşasın ve bir şekilde bir etkisi olsun. Sanatçı eğitimci değildir ama insanın, ruhun, bireyin evrilmesinde önemli bir yeri vardır. Türkiye'deki alıcılar, 3-5 yıl sonra aldıkları resmi satmaya çalışıyorlar. Ya beğeni çok çabuk değişiyor ya da insanlar borsa gibi bakıyorlar. Mutlaka ticari yanı da var sanatın ama salt bir meta değildir, mânâdır. Sanat eserini metaya indirgeyemezsiniz. Maddi bir değeri vardır ama bu değerin oluşması birçok kritere bağlıdır. Özgünlüğüne, bilinirliliğine, kabul görmesine, enderliğine bağlıdır. Türkiye'de çok maniplatif şeylerle birbirlerini etkiliyorlar. KURGU: Korhan TOPÇUOĞLU