O kadar doluyum ki inanın nereden nasıl başlayacağımı bilmiyorum.

Antakya’da, enkazlar arasında dolaşıyorum, üşüyorum.

Gördüğüm manzaranın içimde harekete geçirdiği fay hatları kırılmasın diye büyük çaba harcıyorum.

Bu kenti bu mevsimde hiç bu kadar soğuk görmemiştim.

Yıkım çok büyük.

Antakya, ikinci dünya savaşının Berlin’ini, Stalingrad’ını andırıyor.

Sanki bir distopya filminin seti.

Yüzlerce yıllık Habibi Neccar Cami yıkılmış, Ulu Cami, tarihi kiliseler yerle yeksan olmuş.

(Sırasıyla Habibi Neccar Cami, Ulu Cami ve Kiliseler)







Dünyanın ilk meşalelerle aydınlatılmış, yüzyıllar öncenin en popüler ticaret merkezlerinden biri olan Kurtuluş Caddesi’nde neredeyse sağlam yapı kalmamış.

(Kurtuluş Caddesi)



Tarihi Hatay Valiliği binasının ön cephesi ayakta kalmak için direniyor ama gövdesi kullanılamaz hale gelmiş. Tamir edilemediği için hep 15 dakika ileri olan binadaki saat 04:32’de durmuş.





Hatay’a giden herkesin önünde fotoğraf çektirdiği Liwan Otel binası ayakta ama ciddi sarsılmış.

Estetik mimarisiyle gönüllerde taht kuran eski Hatay Meclisi binası yıkılmış.

Meydandaki Atatürk Heykeli dimdik ayakta.

Meydanı kesen Cumhuriyet Caddesi’nde büyük yıkım var.

(Liwan Otel, Atatürk Heykeli ve Eski Meclis Binası)







Caddeye dikkatli bakınca 200 metrelik bir alanda harıl harıl çalışan beş adet ekskavatör saydım. Yol mu açıyorlar, enkaz mı kaldırıyorlar pek anlaşılmıyor.

(Cumhuriyet Caddesi)



Caddede biraz ilerlemek istedik ama ne mümkün. Yol kapalı, enkazlar arasında sadece iş makinaları var.

O sırada kenarda bekleyen genç bir kadın yanımıza yaklaştı.

Belli ki günlerdir aç, susuz ve uykusuz. İki büklüm olmuş. Çok üşümüş, soğuktan burnu kızarmış. Ağlamaktan gözleri şişmiş.

Depremde ablası ve abisi de dahil 11 yakınını kaybetmiş Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman’a sarıldı ve bir şeyler söyledi.

O kadar yorgun görünüyor ki...

Sesi bu yüzden duyulmayacak kadar az çıkıyor olsa gerek.

Sadece, Hüseyin Yayman’ın, sesi titreye titreye söylediği “Allah verdi Allah aldı. Ağlama lütfen” sözlerini duyabildim.

Yayman, günlerdir kendi acısını da aynı cümleyle bastırmaya çalışıyor.

Ben sokağın başında ne olup bittiğini anlamaya çalışırken yanıma geldi. Eliyle siyah bir ekskavatörün eşelediği enkazı göstererek, “Deniz Bey, annemle babam şu binadalar. Oracıktalar. Kurtaramadık, bari cenazelerini alalım, defnedelim” dedi.

O ağlayınca benim de gözlerim doldu. Boğazım düğümlendi, yutkundum, hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tuttum.

Belki de yaşadığı büyük acıdan kendime de pay çıkardım ve kederli yüzüne daha fazla bakamadım, utandım.

O hiç unutamayacağım yüzü orada bırakıp aşağı doğru yürüdüm.

Allahım, bu ne büyük bir çaresizlik!

Ulu Cami’nin kalıntılarına doğru yürürken yıkıntılar üzerinde dolaşan bir çift dikkatimi çekti.

Yüzlerini tarifsiz bir acı ve hüzün kaplamıştı.



Onlar enkazlar arasında uzaklaşıp kaybolurken benim dilime Murathan Mungan’ın “Yalnız Bir Opera” şiirindeki o dizeler takıldı:

“Şimdi biz neyiz biliyor musun?

Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz.

Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi. Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi...”

★★★

Dedim ya içimdeki fay hatları kırılmasın diye büyük çaba harcıyorum.

O yüzden oradan hızla uzaklaştım. Büyük yıkımın ruhumda yarattığı çaresizliğe karşı, umudu beslemek için o yıkımla mücadele eden insanlara doğru yürüdüm.

Meydanda canla başla, aç uykusuz koşuşturan genç/yaşlı, gönüllü/görevli insanlar vardı:

Yurdun dört bir yanından gelen madenciler, itfaiyeciler, arama kurtarma ekipleri, aradan 10 gün geçmesine rağmen hala mucize peşindeydiler.

Sağlıkçılar, hayata tutunan canlar için telaş içinde.

Temizlik işçileri çöpleri topluyor, sokakları yıkıyor...

ODTÜ’lü gençler akın akın gelen yardımları depremzedelere ulaştırmak için tıkır tıkır işleyen bir sistem kurmuş. Gazeteciler, televizyoncular günlerdir olup biteni Türkiye’ye duyurma çabasında.

Valiler, kaymakamlar, asker, polis düzeni yeniden kurmak için ucu açık nöbette.

“Bu kadar gönlü güzel insan varsa, dayanışma varsa umut da vardır. İnsanoğlu bin yıllardır bütün felaketlere karşın ayakta kalmayı başardı. Şimdi de başaracaktır” dedim kendi kendime.

★★★

Evet insanlık başaracak sonunda!

Ancak, sessiz sedasız yapabilecekleri yardımları tuhaf bir şekilde- eğlence programı formatındaki bir televizyon programında- şovla, gözümüzün içine soka soka, güle güle, bağıra bağıra, pazarlıkla miktarı artıra artıra yapmayı seven kibirli zenginlerimizle değil...

Devlet kurumlarının bir cebinden alıp diğer cebine koyduğu paralarla değil...

Gönlü güzel, yüreği büyük insanların inancıyla, çabasıyla, insanlıkla, iyilikle başaracağız.