Yine seçimler yaklaşıyor.

Demek ki bel altı vurmaların, kumpasların, kurgu videoların servis edileceği, yalan ve iftira ile rakiplere saldırıların doğal sayılacağı, itibar celladı tetikçilerin çokça para kazanacağı kritik günler geliyor.

Dün, geçmiş seçimlerde yaşadığımız benzer girişimleri düşünürken sanırım “saf ve tertemiz” olduğu için çocukluğumuzun Türkiyesi’ni çok özlediğimi fark ettim.

★★★

Evet, çocukluğumuzu, kimsenin ırkını, dilini, dinini, mezhebini ve siyasi görüşünü önemsemediğimiz, hatta aklımıza dahi getirmediğimiz hesapsız, saf günlerimizi fena halde özledik...

Gazozuna maç yaptığımız, kaybedenle gazozumuzu paylaştığımız karşılıksız dostlukları, iyi niyetimizi...

Eski, neşeli Türk filmlerimizi...

Mesela, “İşte Hayat” filminin setinde tanıyıp çok sevdiğim Adile Naşit’i...

Onun göbeğini hoplata hoplata gülmesini, gülerken bir yandan gözyaşlarına boğulmasını... TRT ekranından “Hadi kuzucuklarım” diyerek çocuklarımızı uykuya göndermesini...

Ve Hulusi Kentmen’i... Pos bıyıklarını burarak kulaklarımızı çekmesini, her koşulda bize doğruyu göstermesini...

Çocukları için, ailesi için herkese diklenen, boyun eğmeyen, “Bak beyim sana bir çift lafım var” diye kafa tutan gariban baba Münir Özkul’u...

Kötülüğün dahi üzerinde öylesine sakil durduğu Ali Şen’i, Nubar Terziyan’ı...

“Efferim oğlum, sağa da pravo” cümlesini dilimize yerleştiren Vahi Öz’ün “Bediaaaaaa” diye bağırmasını...

Kötülerin kötüsü Erol Taş’ın bile iyilik karşısında hep pes etmesini...

Suzan Avcı’nın fettanlığını, Aliye Rona’nın entrikalarını, ‘Hükümet gibi kadın’ dedikleri otoriter Neriman Köksal’ı...

Sevdiği kendisini görsün diye bir anda değişen, güzelleşen Türkan Şoray’ı, Filiz Akın’ı... Değişse de bir türlü çıtkırıldım olamayan “Fato” Fatma Girik’i...

Kadınının peşinden ölesiye koşan Ediz Hun’u, Kartal Tibet’i...

Yüreği de bileği de kuvvetli Malkoçoğlu Cüneyt Arkın’ı, zengin, yakışıklı ve her zaman beyefendi Ekrem Bora’yı. İzzet Günay’ı...

İnce bıyıklı, parlak gözlü, efsane Ayhan Işık’ı, can dostu Sadri Alışık’ı, küçük hanımefendi Belgin Doruk’u...

Genç kızların sevgilisi Tarık Akan’ı... Ona en çok çektiren Gülşen Bubikoğlu’nu...

“Eşşoğlueşşek”i dünyada daha iyi kimsenin söylemeyeceği, belki de en bizden olan Kemal Sunal’ı...

Sadık dostlar, emektarlar Cevat Kurtuluş’u, Erdal Tosun’u, Sami Hazinses’i...

Daha “Yeşşeee” der demez seyircilerin gülmeye başladığı Öztürk Serengil’i...

Yaramaz, büyümüş de küçülmüş Ömercik’i, Ayşecik’i, Sezercik’i...

Şaşkınlıklarıyla, bizi her zaman güldüren, köyden gelip de kente bir türlü uyum sağlayamayan Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe’yi...

Ekrana her çıktıklarında kahkaha tufanı kopartan, güldürürken düşündüren sevgili Müjdat Gezen’i, Levent Kırca’yı...

En komik, en züğürt ağa Şener Şen’i...

Ve adını sayamadığım, daha bir sürü oyuncuları, filmleri...

Çocukluğumuzun sonu iyi biten filmlerini fena halde özledik...

Gözyaşlarına kahkahaların eşlik ettiği evleri...

İyinin hep kazandığı, paranın değil mertliğin, sevdanın prim yaptığı...

Haksızlığın er ya da geç ortaya çıktığı...

Kötünün kötü, iyinin de iyi olduğunu başından beri bildiğimiz hikayeleri çok özledik...