Kamyonlar yakın tarihimizdeki siyasi olaylarda hep başrolde oldu.


Artık kesinlikle eminim, günlerce bilgisayar başında ses kayıtlarını beklediğimiz o kış aslında hiç yaşanmadı. Kabataş’ta deri kıyafet giyen bir grup protestocunun türbanlı masum bir vatandaşa yönelik şiddet eylemi ise gerçekti. Medya bize görüntülerin olduğunu söyledi. Ses kayıtlarının ise gerçek olmadığını...
Bu durumda, her ikisi de gerçek... Ya da her ikisi de sahte.
Jean Baudrillard çağımızda gerçekliğin yerini orijinali olmayan bir kopyanın aldığını boşuna söylememişti.
Gerçeklikle ilişkisini tamamen kaybetmiş toplumlarda her iki seçenek de geçerli ve doğru kabul edilir. Gerçeğin yerini orijinali olmayan bir kopya alınca ve algımız tamamen yansımadan ibaret bu kopyalarla şekillenince neyin gerçek, neyin kopya olduğunu anlayamadığımız gibi, bunu ayırt etmek için özel bir çaba sarf etmek de imkansızlaşır. İnanmamız istenilen ne varsa, ona inanmaktan başka seçeceğimiz yok.
Suriyeli muhaliflere (dolaylı yoldan İŞİD’e) silah taşıdığı iddia edilen MİT TIR’ları haberinden dolayı hapis yatan Can Dündar ve Erdem Gül’ün serbest kaldıktan sonra düzenlenen kutlama gecesinden bir fotoğraf: Arkadaşları oyuncak kamyon hediye etmiş. Gerçek olduğunu düşündüğümüz bir tehdidin farsa dönüştüğü an, bir final an’ı. Hemen hatırlamamız gereken her iki kamyonun da, haberin de oyuncağın da “hediye” olduğu.
Hediye paketinden çıkıp masaya yerleştirilen mi “asıl” kamyon yoksa birkaç ay önce bir gazete sayfasında gördüğümüze inandığımız kamyon mu “gerçek?” Eğer iki kamyon da hediyeyse bu ikisini birden de oyuncak yapar mı, ya da ikisi birden gerçek olur mu?
Bildiğimiz tek şey sadece gazete sayfasından bir kamyon gördüğümüz; medyaya hangi gizli niyet ve amaçla hediye edildiğini bilmemizin imkansız olduğu bilgilere körü körüne bel bağladığımız.
Gördüğümüz alt tarafı bir fotoğraf ve bu oyuncak kamyonun fotoğrafı da olabilir pekala; gidip bu bilgiyi kontrol etme şansımız yok. Olsa bile kamyon orada değil artık. Kalan sadece kopya bize.
Baudrillard, Körfez Savaşı’nın yaşanmadığını söylediğinde Irak’ta bir çatışma olmadığına inanmıyordu elbette. Bildiğimiz tek şey televizyondan yansıyan gece görüşü görüntüleriydi; bir savaş değil bir bilgisayar oyununu andırıyordu daha çok. Dahası, bir savaşın temel unsurları da ortada yoktu: Öldürülen Iraklıları görmüyorduk mesela, askerlerin çatışmasını da. Amerikan uçakları havadan bombalayıp gidiyordu sadece, bir savaştan ziyade.
Orijinali olmayan kopyaların (simulacra) gerçeğin yerine geçtiği (simülasyon) bir çağda bilgisayar oyunu grafikleriyle savaş görüntüleri iç içeyken, oyuncak kamyonla gerçek kamyon da birleşiyor.
Dahası, bu kamyonun tek bir sorumlusu var diye inandırıldık; o sorumlu ortadan kalkarsa bir daha için silah dolu kamyonların sınırı geçmeyecek sanki. Nasıl bu kadar emin olabiliyoruz bundan? Çünkü belli bir çıkara hizmet eden ve kendine ait planı bulunan medya bize bunu inandırıyor.
Medya kamyonla oynamayı çok seviyor. 1996’daki Susurluk’taki kamyon kazasının bir son olduğu gibi. Tıpkı o zaman da kamyon üzerinden demokrasi dersi veriliyor, kamyon kazasının sırları açığa çıktığında, tünelin (kelimenin tam anlamıyla otobandaki tünelin) sonunda bir çıkış olduğu söylenmişti.
Baudrillard, medyanın Watergate’e skandal damgasını vurarak tıpkı Disneyland gibi bir sahte algı yarattığını yazıyor. Disneyland hiçbir şeyi gerçek olmamasına karşı ana caddesiyle “gerçek” bir Amerikan şehrinin yerini tutuyor.
Watergate de “skandal” olarak adlandırılırken sanki Başkan ve etrafındaki aktörlerin ötesinde, gerçek hayatta bir ahlaki standart varmış ve herkes buna tabiymiş gibi bir yanılsama yaratılıyor. Halbuki Watergate sistemin devamı için ayrık otlarını ayırma simülasyonundan öte bir fonksiyon taşımadı. Başkan Nixon gizlice rakip parti elemanlarını dinletirken skandal diye en tepeye yerleşti, ardından gelen her şey daha hafif ve kabul edilebilir kaldı. Başkan W. Bush bütün ülkeyi keyfi ve yasadışı dinletirken o yüksek ahlak ölçülerinden nasibini almadı. Tepki ‘skandal’ boyutlara ulaşmadı.
Kaset savaşlarının yaşandığı o kış da sürekli bir kamyondan bahsediliyordu. Oysa kamyonlarla para taşındığını iddia edenler, ABD’de yetersiz deneyimleriyle yüksek maaşa iş buldukları okullardan artırdıkları parayı “hizmete” taşırken bunun ahlaki sorgulamasına tabi tutulmuyorlardı. 17-25 Aralık günü belki de kamyonları onlar sürüyordu, ya da sürmek istiyordu. Bütün kamyonlar oyuncaktır.

Özkök’ün yazısının kodları

Fehmi Koru’yu kim neden özler?


Üzgünüm, ama Fehmi Koru’yu ben öldürdüm. Aslında Fehmi Koru hiçbir zaman çok önemli değildi, ama bir zamanlar Taha Kıvanç adıyla yazdığı yazılar epey ilgi çekerdi.
Sonra bir gün Silikon Vadisi’ndeki gençler gibi Türk medyasına “disrupter” olarak girip Taha Kıvanç devrini bitirdim. Çünkü Taha Kıvanç sadece yabancı dergilerden çeviri yapıyor ve temeli olmayan komplo teorilerden besleniyordu.
Koru, Marksist gelenekten gelmediği için analitik düşünceden, ekonomi politik’i bilmediği için medyanın gerçek dinamiklerini anlamaktan yoksundu.
Kitaplarında “Rüştü kötü kaleci” ya da “Mehmet Ali Erbil evlenmiş, boşanır” diye yazan Yalçın Küçük’ün bu önermelerinde bilim yaptığını, bu cümlelerin birer teori olduğunu anlayamaz.

Fehmi Koru’yu bugünlerde çok kişi özlüyor.


O yüzden de Koç Holding’in başına kimin atanacağını Koç Holding’den önce Fehmi Koru / Taha Kıvanç bilemez. Ama siz bu köşede herkesten önce okudunuz.
Kıvanç’ı bitiren handikapları, Fehmi Koru’nun siyasi yazar olarak ciddiye alınmama nedenleriyle aynıydı: Yetersizlik...
Nitekim en son yazdığı Habertürk Gazetesi’nden de ayrıldı. Sebebi siyasi değil, ekonomiktir. Maliyet-kâr dengesinde bekleneni vermeyen bir ürün artık, bu yüzden de piyasada değeri yok. Bir yerde yazabilir yeniden, önemli değildir.
Nitekim, Ertuğrul Özkök onu özlediğinden bahsetmiş. Hürriyet’in Yayın Yönetmenliği’ni yaptığı sırada Fehmi Koru’ya değil Taha Kıvanç’a iş teklif eden Özkök durup dururken en bitmiş anındaki bu yazarı neden özler?
Çünkü sistemin kurucularından ve belki de en parlak zekalarından Özkök mevcut medya sistemin devamı için Fehmi Koru’nun gerekliliğini bilir.
Fehmi Koru sistem için uzakta tutulan ama gerektiğinde kontrol altına alınabilen bir itiraz unsurudur.
Edward Herman ve Noam Chomsky ABD medyasını inceledikleri “propaganda modeli”nde kapitalizme hizmet eden medyada sert eleştiri unsurlarının (flak) öneminden bahseder. Medyayı eleştiren birçok ‘bağımsız’ kurul vardır ama bu kurullar büyük şirketler tarafından finanse edilir, yönetim kurullarına işadamları vs. atanır. Dahası bu ‘bağımsız’ kurumların başındakiler sık sık gazetelerde köşe açılarak ya da
televizyonlardaki programlarda
uzman alınarak ağırlanır.
Fehmi Koru tam da uzakta tutuluyormuş gibi görünüp, aslında ağırlanan ve sistemin devamı için gerekli görülen bir figürdür. En sert eleştirileri yapıyormuş gibi gözüküp sistem çağırdı mı Rodos’a gider.
Özkök, Marksist gelenekten geldiği için şu anda sistemde yaşanan çatışmanın sermayenin el değiştirmesi olduğunu görüyor. Sermayenin el değiştirmesi, statükonun çatırdaması anlamına gelir.
Nitekim, yeni düzen Fehmi Koru gibi ‘kullanışlı’ “flak”leri dışlarken Cem Küçük gibi pimi çekilmemiş ve nerede patlayacağı belli olmayan bombalara yer açıyor. Koru’nun aksine Küçük zapt edilmesi, kontrol altına alınması, merkeze çekilmesi daha güç (hatta neredeyse imkansız) bir karakter.
Bir kere kaza, iki kere tesadüf, üç kere istikrarsa...
Sadece 2016’da Hürriyet’te üç ayrı köşe yazarı (Ahmet Hakan, Özkök, Akif Beki) bayram değil seyran değil Fehmi Koru’dan bahsetmiş... Özlüyorlar.

Aziz Nesin eşcinsellerden hiç hoşlanmıyormuş meğerse.


 

Eşcinsel düşmanı Aziz Nesin

Ya bugünleri görseydi


Ertuğrul Kürkçü’nün Meclis kürsüsünden yaptığı harika bir konuşma var eşcinsel haklarıyla ilgili. İlk kez hapishanede bir eşcinsel tanıdığını, önce yadırgadığını, sonra neden yadırgadığını düşünüp kendisini sorgulamaya başladığını anlatıyor.
Önceki gün Soner Yalçın tekrar okuduğu Aziz Nesin’in günlüklerinden eşcinsellerle ilgili görüşlerini yazmış mizah ustasının. Aziz Nesin sevdiği yazarlar eşcinsel çıktıkça hayal kırıklığına uğruyormuş; birisinin nasıl iyi yazar olup eşcinsel olabileceğini anlayamıyormuş.
Kürkçü de Aziz Nesin de bu ülkenin entelektüelleri ve eşcinselliğe yaklaşımlarında problemli bir şey var. Kürkçü ilk kez hapishanede bir eşcinselle tanışıyor ve şaşırıyor! Şimdi çoktan değişti görüşleri ve Meclis tarihinde eşcinsellerin haklarını arayan o tarihi konuşmayı yaptı.
Aziz Nesin’in ölene kadar görüşleri değişti mi bilmiyorum...
Ama ikisinin de yaklaşımındaki problemli taraf yazarların kendilerinden değil, yaşadıkları ortamdan, çevreden, Türkiye’nin o dönemki kapalılığından geliyor. Eşcinsellik o yıllarda her anlamıyla yabancı bir olgu; hâlâ yeraltında yaşanan bir dolap kültürü.
Aziz Nesin’in o yıllardaki görüşlerinden dolayı bugünden bakarak yargılamalı mıyım? Eşcinsellerle ilgili görüşlerini okuyunca bunu düşündüm.
Sanırım hayır... Sanırım o da yaşasaydı, bugünleri görseydi... Büyük şirketlerin, siyasi partilerin başlarına eşcinsellerin geçtiği, eşcinsellerin evlenebildiği bir çağa yetişseydi görüşleri değişirdi.
Papa’nın bile “Ben kimim ki yargılayayım” dediği bir çağda Aziz Nesin de değişirdi.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.