Bazen kısa bir seyahat, insanın zihninde çok daha uzun bir yolculuk gibi iz bırakır. Sakinliğiyle büyüleyen Padova, kalabalığıyla zorlayan Venedikİtalya’nın bu iki şehri hem birbirine yakın hem de birbirinden çok farklı. Padova’da sakin, derinlikli bir kültür yolculuğu yaşarken, Venedik’te kalabalığın arasında zaman zaman nefes almakta zorlandım. Üç gün bana koca bir hafta gibi geldi. Ve en önemlisi, hayatımın anı defterine çok güzel yeni bir sayfa eklendi.

Padova küçük bir şehir ama içine sığdırdığı tarih, sanat ve mimari etkileyici. Kiliseleri, meydanları ve zarif yapılarıyla insanı hemen içine çekiyor. Dünyaca ünlü Aziz Antuan Bazilikası burada. Aziz Antuan katolik dünyasında en çok dua edilen isimlerden biri. Özellikle kaybolan eşyaların bulunması için ona yakarılıyor.

İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki Saint Antoine Kilisesi de bu bazilikayla bağlantılı. Meğer önünden defalarca geçtiğimiz o kilise, Padova’daki dev bazilikanın manevi kardeşiymiş. Çünkü İstanbul’daki yapı, Padova’daki büyük bazilikanın adını ve azizini referans alarak inşa edilmiş.

Santa Giustina Bazilikası da görülmeye değer. Bazilikayı gezerken duvarda gördüğüm taş tabelada Mozart’ın burada org çaldığı yazıyordu. Küçük bir ayrıntı gibi görünebilir ama aslında çok önemli. İşte tarihi mirasa değer vermek böyle bir şey. Küçük bir taş yazı, hem geçmişi bugüne bağlıyor hem de ziyaretçiye “sen sıradan bir binada değilsin, burada sanatın ve tarihin izleri var” diye fısıldıyor. 

Şehirde ayrıca Avrupa’nın en eski botanik bahçesi bulunuyor. 1545’te kurulmuş bu bahçe UNESCO mirası listesinde. 

***

Padova denince akla ilk gelen elbette üniversitesi oluyor. 1222’de Bologna’daki baskıcı kurallardan bunalan öğrenciler ve akademisyenler buraya gelerek özgür bir akademik ortam kurmuş. Avrupa’nın en eski ve saygın kurumlarından biri sayılan Padova Üniversitesi’nin ana binası ise ‘Bo’ adıyla biliniyor. 

“Bo”nun hikâyesi oldukça ilginç. Bir zamanlar orada bir kasabın hanı varmış, tabelasında da öküz kafası duruyormuş. Bu yüzden adı “Il Bo” yani “Öküz Hanı” olmuş. 1400’lerin başında şehir kuşatma altındayken bu kasap elindeki hayvanları kesip askerleri doyurmuş. Padova savaşı kaybetmek üzereyken bu destekle direnip kazanmış. Şehir kurtulunca ödül olarak han kasaba verilmiş. Sonrasında yapı üniversiteye geçmiş ve üniversitenin merkezi olmuş. Yani dünyanın ilk anatomi tiyatrosunun bulunduğu bina, işte o eski kasap hanından doğmuş. 

Padova Üniversitesi bilimin tarihinde de iz bırakmış. Galileo 18 yıl burada ders vermiş ve teleskopla ilgili ilk çalışmalarının temellerini burada atmış. 1594’te kurulan anatomi tiyatrosunda dünyada ilk düzenli otopsiler yapılmış. 1678’de Elena Cornaro Piscopia felsefe alanında üniversite diploması alan ilk kadın olmuş. Kopernik de öğrencilik yıllarını Padova’da geçirmiş ve gökyüzüne dair fikirlerini burada geliştirmiş. Bugün de Padova Üniversitesi, dünya sıralamalarında üst sıralarda yer alıyor. Hem bilimsel araştırmalarda hem de eğitim kalitesinde İtalya’nın en saygın kurumlarından biri.

Padova bana, tarih ve sanatın bir şehre nasıl ruh kattığını gösterdi. Bu miras sadece büyük katedrallerde ya da üniversitede değil, günlük yaşamın içinde bile hissediliyor. İnsanlar en küçük görsel ve sanatsal ayrıntılara bile özen göstermiş. Üstelik yediğim her şey de muazzamdı.

***

Padova’dan sonra Venedik’e geçtiğimde bambaşka bir tabloyla karşılaştım. Venedik olağanüstü bir şehir. Sarayları, köprüleri, kanallarıyla bir masal dünyası gibi ama kalabalık yüzünden tadını çıkarmak zor. Dar sokaklarda omuz omuza yürüyorsun. Bana eski Kapalıçarşı’nın yoğunluğunu ya da Bodrum’un Barlar Sokağı’nı hatırlattı.

Murano cam atölyelerini görmek istedim ama her şey fazlasıyla turistikti. Gondola binmek de hayal ettiğim gibi değildi. Uzun sıralar, kalabalık bakışlar derken romantik olmaktan çok bir panayır eğlencesine dönmüş. 

Yine de Dükler Sarayı büyüleyiciydi. Osmanlı’nın hediye ettiği rivayet edilen atları gördüm. Sonradan araştırınca kökenlerinin Antik Roma ve Bizans’a dayandığını öğrendim. 1204’te Haçlı Seferi sırasında Venedikliler İstanbul’u yağmalarken bu atları da götürmüşler ve bunlar yüzyıllarca San Marco Meydanı’nın cephesinde durmuşlar. Napolyon döneminde Paris’e taşınmış, sonra yeniden Venedik’e dönmüşler. Bugün orijinalleri zarar görmemesi için içeride korunuyor, dışarıda kopyaları var. 

Ve tabii ki ünlü Florian Café1720’de açılan bu kafe, Avrupa’nın en eskilerinden biri. Casanova’dan Lord Byron’a, Goethe’den Marcel Proust’a kadar pek çok ünlü isim burada oturmuş, kahve içmiş. Ben gittiğimde canlı müzik vardı. Dünyaca ünlü İtalyanca parçalar çalınırken birden Sezen Aksu’nun ‘İstanbul İstanbul Olalı’ bestesi çalmaya başladı… Venedik’in göbeğinde bir Türk bestesi duyunca tuhaf bir şekilde gururlandım.

Bence yeni yerler görmek insana hem başka bir bakış açısı kazandırıyor hem de ömrüne ömür ekliyor. Bu kısa kaçamak bana kitaplardan öğrenemeyeceğim kadar çok şey kattı. Tarih, sanat, kalabalık, huzur, lezzet… Hepsi bir aradaydı. Ve elbette, bu yolculuğu daha anlamlı kılan, tüm bu güzellikleri bana sabırla ve keyifle anlatan rehberime de teşekkür etmeden bitirmek istemem.