Sevgili okuyucularım, Türkiye’nin başına yeni bir cumhurbaşkanı seçildi. Aslında Cumhur’un değil, devletin ve milletin değil, sadece ve sadece partisinin cumhurbaşkanı.
O benim cumhurbaşkanım değil ve hiçbir zaman olmayacak.
O bizim cumhurbaşkanımız değil ve asla olmayacak.
Kendisinden yana olmayanlara yıllardan beri hakaretler yağdırıyor.
Bağırıp çağırıyor, tehditler savuruyor, yalanlar söylüyor.
Şimdi böyle birinin -yüzde 51’le seçilmiş bile olsa- cumhurbaşkanlığına biz nasıl saygı duyacağız?
Aynı üslubunu Çankaya’da da sürdüreceğini çok iyi bilin. Kendisini dev aynasında gören, bir şey zanneden bu şahıs anasından böyle doğmuş! Onu değiştirmek asla mümkün değil.
Çankaya’da, Mustafa Kemal Atatürk’ün makamında bir partici olarak oturacak, Meclis’i, hükümeti ve yargıyı, yani devletin üç temel erkini oradan tek başına, adamlarıyla birlikte yönetecek.

* * * *

28 Ağustos günü Meclis kürsüsüne çıkıp ant içecek. O metinde yer alan bir tek cümleyi, bir tek sözcüğü bile yerine getirmeyeceğini, o kürsüye sadece formalite gereği çıkacağını hepimiz biliyoruz.
Böyle bir kimseye saygı duymamız asla söz konusu değildir.
Şimdi burada Meclis’te grubu olan muhalefet partilerine, ama özellikle de CHP ve MHP’ye açık bir çağrıda bulunuyorum:
Meclis’te “Namusu ve şerefi (!)” üzerine ant içeceği gün tören düzenlenecek.
O törene muhalefet milletvekillerinin katılmaması gerekir.
Bıraksınlar, AKP o gün kendi pişirsin kendi yesin.
Yeminini sadece AKP milletvekilleri önünde etsin ve ilk dersini böylece almış olsun.

* * * *

İkincisi, bir süre sonra makamına kurulduğu zaman muhalefet partilerinin genel başkan ve heyetlerinin gelip kendisini kutlamalarını bekleyecek.
Hayır, hiç kimse bu zahmete katlanmamalıdır.
Onu kutlamak abesle iştigaldir...
Bu yazdıklarım sadece yemin günü ve kutlamalar için değil, o şahsın katılacağı bütün faaliyetler için geçerlidir.
Bıraksınlar, tek başına iyot gibi açıkta kalsın.
Yandaşları, yalakaları, emrindeki satılık medya mensupları, sanatçı geçinen ilkesiz, omurgasız ve çıkarcılar topluluğu elbette yanında olacaktır ve onlar bu şahıs için yeterlidir.

* * * *

Özellikle şu son kampanya döneminde bunca hakaretler savurdu, yalanlar söyledi, muhalefet partilerini aşağıladı, mezhepçilik yaptı, ülkemizin saygınlığını bütün dünyada sıfırladı...
Türk Milleti’ni böldü, gerdi ve birbirine düşürdü.
Yakında Apo pazarlığına girişip ülkeyi de bölecek.
Onun hak ettiği bir tek davranış vardır:
Boykot edilmek...
Ve onun olduğu hiçbir yerde bulunmamak.
Cumhurbaşkanlığı makamı hiç kimsenin kaprislerine, çıkarlarına ve keyfine alet edilemez.
Cumhuriyet’in gelenekleri vardır, o gelenekleri “Ben yaptım oldu” deyip çiğnemek Tayyip gibilerin boyunu çok aşar.
Yaptığım bu çağrının ona oy vermeyen yüzde 49 ve özellikle de muhalefet partileri tarafından dikkate alınacağını umarım.

Hürriyet nereye koşuyor!

Sevgili okuyucularım, geçmişte “Türk basınının amiral gemisi” olarak bilinen bir gazete vardı. Ne zaman ki Tayyip iktidar oldu, bırakın amiral gemiliğini bir yana, AKP’nin refakat sandalına dönüştü.
Gazetenin başındaki Enis Berberoğlu geçtiğimiz günlerde istifa etmek (!) zorunda bırakıldı.
Dün Yılmaz Özdil’in yazısını sansür etmişler, Yılmaz da istifa etmek zorunda kaldı. Bu saatten sonra kararını geri alıp orada
yeniden yazmaya başlar mı, doğrusu bilemem.
Geçmişte Hürriyet’in patronu olan Erol Simavi sadece gazeteci idi ve dolayısıyla iktidarların kucağında değildi. Her şey büyük işadamı Aydın Doğan’ın gazeteyi satın almasıyla başladı ve devam etti.

* * * *

Ben Hürriyet’te bu olayları bire bir yaşamış bir gazeteciyim. Türk basınında siyasi baskıyla ilk kovulan ben oldum ve bundan hep gurur duydum.
Tam yedi yıl önceydi, korku dağları bürümüştü. Sürekli baskı yaparlardı:
“Aman hükümete bindirme, bizim özelleştirme işimiz var. Star televizyonunu almak üzereyiz, işimiz aksamasın!..”
“Sayın başbakan şu yazına çok alınmış, dikkatli ol!..”
“Patron bu yazına çok bozuldu, onu zor durumda bırakıyorsun!..”
“Eleştireceksen haftada bir eleştir kardeşim, yumuşak yaz!..”
Yazılarımı makasladılar, sansür ettiler ama beni istifa ettiremediler. Kaleyi onlara teslim etmedim. Böyle rezil, utanç verici, yüz kızartıcı baskılar yaşadım ve Temmuz 2007 seçimlerini de Tayyip kazanınca iş olacağına vardı...
Son çare olarak kovmak zorunda kaldılar!
Ama süreç benden sonra da durmadı.
Uğur Dündar, Oktay Ekşi, Cüneyt Ülsever, Bekir Coşkun, Rahmi Turan, Özdemir İnce ve daha niceleri aynı baskılarla kovuldular veya ayrılmak zorunda bırakıldılar. Tufan Türenç kovulmadı ama yazılarına son verildi.
Gazete, Tayyip kızmasın diye temizleniyordu!

* * * *

Koskoca Hürriyet gazetesi patron ve onun yalakası durumundaki yönetim kademesi tarafından işte bu durumlara düşürüldü.
Patron büyük işadamı ve iktidardan büyük çıkarları var. Batırılmaktan korkuyor... Çünkü Tayyip, Hürriyet’e ve patronuna sürekli bozuk atıyor.
Yılmaz Özdil olayı bunun en son örneği. Böyle bir gazetenin saygınlığı olur mu?
İşin ilginç yanı, Hürriyet’te ben kovulmadan birkaç gün önce Yılmaz için anonslar başlamıştı:
“Büyük yazar büyük gazetede.”
Oysa Yılmaz onları ve iktidarı yazılarıyla çok acıttı ve beklenen son onun da başına geldi. Hep rahatsız ve tedirgindi. Son cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bile izne ayrılmak zorunda kalmıştı.

* * * *

İşadamı patronlar, Türk medyasının başındaki en büyük beladır. Bunlar çıkarcıdır, iş ve para peşinde koşar, yalakalık yapar, hükümet “Höt” deyince korkarlar.
SÖZCÜ’nün başarısı işte buradadır çünkü patron Burak Akbay sadece ve sadece gazetecidir. Başka işi yoktur ve dolayısıyla iktidar şantajına açık değildir.
Neyse, Yılmaz’a -istifasından vazgeçmeyeceğini varsayarak- ilk mesajı ben şimdi göndermiş olayım:
“Bizde baskı yok, sansür yok. SÖZCÜ’ye hoş geldin.”