Adında, “Milli” sıfatı bulunan iki bakanlığımız var. Biri Milli Savunma Bakanlığı, diğeri de konumuz olan Milli Eğitim Bakanlığı. “Milli” sözcüğü, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde, “milletle ilgili, millete özgü, ulusal” olarak açıklanıyor. Anayasamızda milli sıfatı, Atatürk milliyetçiliği, milli menfaat, milli kültür, milli gurur, milli sevinç, milli varlık, milli dayanışma, milli marş, milli güvenlik, milli ekonomi, milli servet, milli savunma, milli tahkim, milli tasarruf tamlaması olarak da ifade ediliyor.

Bütçeden en büyük payı Milli Eğitim Bakanlığı alıyor. Geleceğimiz olan çocuklarımızı yetiştiren, şekillendiren, çağdaşlığı öğreten ve yaşama hazırlayan bu bakanlığın büyük pay alması da doğrudur. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda da, eğitimin milli olması gerektiği özenle belirtiliyor. Ama günümüzde, millilikten uzaklaşılıyor, daha çok dini konular öne çıkarılıyor. Üstelik, dini vakıflarla yapılan protokoller velilerden, mahkeme kararlarına rağmen gizleniyor.

ANDIMIZI KALDIRAN

Eğitimin millilikten girderek uzaklaştığı belirtiliyor. İlkokul öğrencilerine Türk Devleti’nin ve Türk Milleti’nin onurlu birer ferdi olmalarını benimseten, belli bir ülkü ve amaç gösteren, kendilerine güvenen, ruhsal bütünlüklerini ve kişiliklerini geliştiren, çağa uygun eğitim almalarını, özgür, onurlu olmalarını  sağlayan bir metin olan ‘Öğrenci Andı’nı kaldıran; okullarımızı dini vakıf ve derneklere (cemiyetlere) teslim eden bir anlayışa ve bunun sahiplerine “Milli” denilebilir mi?

Dini vakıf ve cemiyetlerle yapılan protokolleri Milli Eğitim Bakanlığı niçin saklıyor? Bunları açıklamak, şeffaflığın gereği değil mi? Bakın, Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet sitesine dini vakıf ve derneklerle yapılan protokolleri bulamazsınız. Milli Eğitim Bakanlığı, bu konuda muhalefet partilerine mensup milletvekillerinin soru önergelerine, cevap da vermiyor.

NEYMİŞ AÇIKLAYIN

Öğrenci velisi Manisalı Avukat Esra Deniz Ağar Şudaşdemir, 5 Şubat 2019 tarihinden beri Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ile Ensar Vakfı arasında imzalanan 16 Mart /2017 tarihli, “Değerler Eğitimi Kapsamında Sosyal ve Kültürel Faaliyetler Yapılmasına Dair İşbirliği Protokolü”ne ulaşmak için uğraştı.

Başta Din Öğretimi Genel Müdürlüğü olmak üzere, Temel Eğitim Genel Müdürlüğü, Ortaöğretim Genel Müdürlüğü ve Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğü ile Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu, Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk, TBMM Dilekçe Komisyonu, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığına dilekçeler verdi. Göndermemek için Covid 19’u bile bahene ettiler.

Esra Hanım, protokole ulaşamayınca sonunda dava açtı ve Ankara 13. İdare Mahkemesi iptal kararı verdi. Esra Hanım da yazdığı dilekçe ile protokolün tasdikli örneğinin verilmesi için Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne başvurdu. Bu kararın, Anayasa ve İdari Yargılama Usulü Kanunu gereği, 30 gün içerisinde uygulanması gerekiyor. Uygulanıp uygulanmayacağını bekleyip göreceğiz! Milli Eğitim Bakanlığı imzaladığı protokolü veliden bile saklıyor.



GİZLİLİK SADECE ONLARDA

Protokolün izini Esra Hanımla birlikte süren emekli Yargıtay Üyesi Ali Suat Ertosun, mahkeme kararını aldıktan sonra bize şunları anlattı:

“İki yıllık uğraş sonucu protokolü alamayınca 2020 yılı sonlarında dava açtık. Yürütmeyi durdurma istemlerimiz kabul edilmedi. Ancak Ankara 13. İdare Mahkemesi davayı kabul etti ve iptal kararı verdi. Demokrasilerin vazgeçilmezi, olmazsa olmazı açıklıktır, şeffaflıktır. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı, dini vakıf ve cemaatlerle yaptığı protokolleri devlet sırrı gibi saklıyor.

Diğer protokolleri internet sitesine koyarken, bunları koymuyor. Başvuruları sürüncemede bırakarak, bıktırmak için çaba harcıyor. Milletvekillerinin soru önergelerine cevap vermiyor. Kanaatimce dini vakıf ve cemiyetlerle, ilgili Genel Müdürlükler veya verilen yetki çerçevesinde il Milli Eğitim Müdürlükleri’nin imzaladığı yüzlerce protokol var. Daha önceden Ensar Vakfı, Birlik Vakfı ve İlim Yayma Cemiyetinin, Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyut Öğretim Genel Müdürlüğü ile imzaladığı protokoller hakkında Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma kararları var.”

ANAHTAR TESLİM EDİLİYOR!

Anayasamıza göre, eğitim-öğretimin, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bilim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılması gerekir. Milli Eğitim Temel Kanunu da bunlar belirtilmiş. Milli Eğitim Bakanlığı kadrosunda yaklaşık bir milyon öğretmen var. Öğretmenlik için bekleyen yüz binleri de unutmayalım.

Bunlardan tam yararlanılmazken, dini vakıf ve cemaatlere eğitimin bırakılması şaşırtıcı. Üstelik imzalanan protokoller gizleniyor. Anlaşılıyor ki okulların anahtarı, yakın bir gelecekte dini vakıflara, derneklere, cemaatlere bırakılacak. Bazı yerlerde de bırakılmış durumda. İl ve ilçelerde dini vakıf ve cemiyetler ile müftülerin de katıldığı, “Eğitime Destek Platformu-EDEP” toplantıları düzenleniyor.

Bu konuda özellikle öğrenci velilerine büyük görev, sorumluluk düşüyor. Eğitim geleceğimizdir. Eğitim, yalnızca politikacılara, onların atadığı bürokratlara, hele hele dini vakıf ve cemaatlere bırakılmayacak kadar önemlidir.


“En kötü adam” kim?


İçişleri Bakanı, bir açıklamasında “Dünyanın en kötü adamı benim” dedi. Öyle olup olmadığını bilemem. Bildiğim, iki yıl kadar önce bu bakanın beni alabildiğine incittiğidir. Milletin canını, malını, namusunu korumakla görevli bakanın bu sözlerine, devlete olan saygım, valilik, müsteşarlık görevlerinde bulunmuş iki ağabeyin kardeşi olarak cevap veremedim. Sadece gücüm gözyaşıma yetti...

Bakanın, “Dünyanın en kötü adamı” olduğunu duyunca, Sedat Peker’le 2001 yılında yaptığımız röportaj aklıma geldi. Doğan kitaptan çıkan “Son Babalar” isimli kitabımda, meğer Sedat Peker de “En kötü adam” olduğunu söylemiş.

TV’DE “BİR BAŞKA BABA”

Gazeteci ağabeyim rahmetli Ömer Faruk Günel ile birlikte dönemin etkili televizyonlarından Kanal 6’da “Sisler Bulvarı” isimli bir program yapıyorduk. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hemen her ay konuğumuz oluyordu. Gerçek devlet adamı Demirel, penceresinden görünenleri çoğu kez soru yöneltmemize gerek bile duymadan anlatıyordu.

Yine böyle bir program sonrasında, Ömer Faruk Günel’e, “Abi her ay  ‘Baba’yı (Süleyman Demirel) çıkarıyoruz. Bu seferde başka bir ‘baba’ çıkaralım” dedim. “Kim?” diye sorduğunda, o zaman çok gündemde olan Sedat Peker’in adını söyledim. Peker, program önerimizi kabul etti. Tek koşulu ailesiyle yani çocuklarıyla ilgili soru sormamamızdı. Biz de bu öneriye saygı duyduk. Programa meslektaşım Sezai Şengün de katılacak ve o da Peker’e soru yöneltilecekti.

“GÜÇLÜ OLDUĞUNU SANIRLAR”

O günlerde Sedat Peker, internet sitesi açmış, açılışa siyasiler, emekli komutanlar, iş insanları kimler katılmamıştı ki. O röportajdan bir bölümü “Son Babalar” isimli kitabıma da almıştım.

İçişleri Bakanı “Dünyanın en kötü adamı” olduğunu belirtiyor, 20 yıl önce de aynı sözleri, organize suç örgütü lideri olduğu için geçmişte hüküm giyen, halen aranan Sedat Peker’in niçin söylediğini kitaptan okuyorum:

■ Siz kendinizi nasıl bir insan olarak görüyorsunuz?

Ben kötü bir adamım. Sizler de bizi TV’de izleyenler de hepiniz mutlu olun. Bu ülkeyi bu hale ben getirdim. İnsanların açlıktan ölmesini sağlayan benim. Bütün ülkeyi dolandıran, her şeyi yapan benim. Farz edin ben öldüm. Ben şuna hep inanmışımdır, hayata korkusuzca bakanlar ölümden de korkmaz. Allah’a şükürler olsun hiç de korkmadım. Ben öldükten sonra kimi suçlayacaksınız. O zaman diyecekler ki kral çıplak. İşte hırsızlar burada...

İncil’de şöyle deniyor, “Ruhunu kaybetme pahasına bütün dünyanın sahibi olsanız ne anlamı var ki...” Bazı insanlar, çok güçlü olduğunu zannedebilirler. Bazı insanlar konumlarından dolayı “işi bitirdik, artık okeye dönüyoruz” diyebilirler. Gerçeklere döndüğünüz zaman ozon tabakası delinmiş, ultra viyola ışınları vücuda dik olarak geliyor. Dedelerimiz gibi 100 sene, 105 sene yaşama işi bitti. Tabii Allah bilir ama bizimki 60-65 sene olur. 65 senelik hayatta zaten şurada kalmış eğer izin verilir de yaşarsak 30 senem.

■ Suikasta uğrama gibi bir endişe taşımıyor musunuz?

Bakkalın endişesi, salamı keserken elini bıçak kesmesi, taksicinin endişesi trafik kazası yapmaktır. Sonucunda aksiyonu seven, heyecanı seven, yaşamış olan benim, suikast beklememem zaten komedi olur. Hareketli hayat seçiyorsan, saldırıya da uğrayacaksınız.

BENİM ŞİKAYETİM KENDİMDEN

■ Hareketli hayatı seviyorsunuz.

Hareketli hayatı seviyorum. Size dediğim gibi sırf burada muhalefet olsun diye belki dediklerinize katılsam bile ortam gerilsin diye anti fikir ortaya sürebilirim. Bu su gibi, nehrin suyu gibi yolunda gidiyor değil. Bana kimse ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini söylememeli. Benim rahatsızlığım bu. Ben ne yapmam gerektiğini bulurum.

■ Gelelim futbola. Futbolu seviyorsunuz. Takımınız hangisi?

Futbolun uğruna ölürüm. Ama takımım yok. Şimdi zaten bu konuyla ilgili bir şey söylememe gerek yok. Türkiye’deki en iyi komedyenler, en iyi bu konuda iddialı. Şenol Hoca’ya yapılanların hiçbirini adil bulmuyorum. Adama edilmedik hakaret kalmadı. İnsanları adalete davet ediyorum. Çünkü adaletsizliğe uğramış bir kişi olduğuma inandığım için insanları adalete davet ediyorum.

NİÇİN BÖYLE OLDU? 

■ Gazetecilerden de şikayetçi olduğunuz anlaşılıyor.

Benim gazetecilerden şikayetim yok. Benim kendimden şikayetim var. Anlatmak istediğim bu. Şimdi bütün herkes bir yere geçmiş, oturmuş hikayesini anlatıyor. Yani siz hepiniz iyisiniz de bu ülkenin durumu niye böyle? Benim derdim bu. Ben kötüyüm, ben işin dışındayım. Siz iyiydiniz de niye bu hale getirdiniz. Siz anlatın insanlara, niye ben anlatmak zorundayım.

“Son Babalar” kitabımda röportajımız uzayıp gidiyor. Meğer, 20 yıl önce biz Sedat Peker’e neler sormuşuz neler... Her şeye de cevap vermiş. Baktım, o röportajımız yaklaşık 2.5 milyon kez izlenmiş...