İnternet’te siyasi tartışmalar yeteri kadar uzarsa konu illaki dönüp dolaşıp Hitler benzetmelerine gelir.


Mike Godwin’in zamanında öngördüğü şekilde İnternet’te herhangi bir tartışma yeteri kadar sürer ve uzarsa konu eninde sonunda Hitler ya da Nazi kıyaslamasına varır. 2012 yılında Oxford sözlüğüne de giren “Godwin Kanunu”nun yürürlükte olduğu bir ülke de Türkiye. Erdoğan’lı yıllar uzadıkça, sosyal medya muhalifliği de gerçek muhalefetin yerine geçen (ve hemen hemen aynı etkisizlikte faaliyet gösteren) bir alternatife dönüşünce Hitler ve Nazi göndermelerine bolca rastlamak mümkün oldu.
Erdoğan’ın Washington’a geldiği gün St. Regis Oteli’nin önünde protesto etmek için bir grup Türk İnternet’te organize olmaya kalkıştı. E-mail’lerle dağıtılan davette Erdoğan’ın yüzü Hitler’inkine photoshop’la benzetilmişti.
Bir Batı başkentine, hele hele de ABD’ye Hitler’e benzetilen bir liderin gelmesi bütün dünyayı kaldırabilecek bir olay değil mi normalde? Sadece Türklerin değil başka ülkelerin vatandaşlarının, hatta Amerikalıların, dünyada demokrasi isteyen herkesin, milyonlarca insanın St. Regis’in önünde toplanması gerekir böyle bir durumda.
Üç-beş kişi toplayabildiler ancak.
Bir Batılı’ya Hitler benzetmesi yapıldığında ilk soracağı soru “Türkiye’de ölüm kampları mı var?” olacaktır. Yanıt, tabii ki yok; o halde Erdoğan da Hitler değil.
Erdoğan’la ilgili tartışmaları sürekli olarak Hitler’e ve Nazizm’e getiren abartılı mantık kendi ayağına da kurşun sıkıyor. Hitler benzetmesinin yersizliği ve yanlış kullanımı ortaya çıkınca Erdoğan’a dair kaygıların inandırıcılığının sorgulanacağı kapı da ister istemez açılıyor. Gerçi dünyada Erdoğan’ın otoriterleştiğine dair pek şüphe kalmadı ama bu noktaya gelene kadar epey bir süre Türkiye’deki demokrasi kaygılarına şüpheyle yaklaştı Batı.
Türk muhalifleri tek adam’lıkla Hitler’i eşanlamlı kullanırken İkinci Dünya Savaşı öncesinin büyük acılarını, tarihin en büyük soykırımını, altı milyon insanın ölüm kamplarına gönderilmesini unutuyorlar sanırım.
Önceki gün Twitter muhaliflerinin lise duvar gazetesi Birgün’ün birinci sayfasında bir habere gözüm çarptı. Başlığı “Hitler yasası yürürlükte.” Bir de etkisini çoğaltmak için ünlem koymuşlar cümlenin sonuna. Gazete sık sık Erdoğan’la Hitler’i yan yana getirmeyi seviyor.
Hayır, Türkiye’de ölüm kamplarının veya gaz odalarının yapılacağına dair bir yasa geçmemiş. Haber AKP’nin çıkardığı Kişisel Verilerin Korunma Yasası’yla ilgili. MİT, Emniyet, Jandarma ve MASAK’ın ‘fişlemeleri’ yasal güvenceye kavuşuyormuş...
Yasanın içeriği ve gerekliliği tartışılabilir, ama bunun bir Hitler yasası olmadığı da ortada. Kendi vatandaşlarını dinleyip fişleyen tek devlet Hitler’in Almanya’sı değildi. Doğu Alman Stasi’lerden dünkü SSCB ve bugünkü Rusya’ya kadar pek çok devlet bunu rutin bir işlem gibi görüyor. Amerika’da FBI ve CIA’in herkes hakkında tuttuğu dosyalar bir yana, 11 Eylül’den sonra milli güvenlik yasası adı altında Başkan W. Bush herkesi takip altına alabilecek yasaların kapısını açtı.
Ama tabii benimki belki de abartılı bir hassasiyet. Zira Erdoğan bizzat 1930’lar Almanya’sını örnek olarak verip yıllarca kendisini koruyan abartılı benzetmeyi, en azından benzetme yapılmasını bir anda meşru kılmayı başardı. Bu nasıl bir siyasi strateji, hâlâ anlayabilmiş değilim.

Facebook kurucusu Mark Zuckerberg okurların habere ulaşım şeklini baştan aşağı değiştirmek için yola çıktı.


Hepimiz Zuck’ın askerleriyiz

En büyük medya patronu o


Gazeteciliğin büyük bir kriz yaşadığı, medyanın çok büyük bir değişimden geçtiği konuşulup duruyor bütün dünyada. Halbuki gazeteciliğin tarihine baktığımızda bu mesleğin hep bir kriz yaşadığı ve hep türlü değişimlerden geçerek ayakta kaldığını görüyoruz. Değişimin en büyük tetikleyicisi de hep teknoloji oldu. Matbaanın icadı, dijital baskıya geçiş, gazetenin dağıtım ve hazırlanış süreci, bilgisayar, İnternet’in kabulü...
Çok şey değişse de gazetecilik kurumu aynı kaldı.
Hâlâ muhabirler, hâlâ haber kaynakları, hâlâ haber başlıkları, spotlar, metinler, haberlerin yazılış biçimleri modern gazetelerin şekillendiği yıllarda kabul gören modellerle yapılıyor. İşleyiş aynı, yöntemler ve ürünler farklı olsa da.
Gazetecilik ürünlerinin (gazete, TV, radyo, İnternet medyası) kitleye ulaşması da aynıydı bugüne kadar. Biz bu gazeteyi hazırlıyoruz ve okurun beğenisine sunuyoruz. Arada hiç kimse yok; doğrudan bizden size geliyor. Siz beğenirseniz alıyorsunuz, beğenmezseniz almıyorsunuz. Bazen kızıyorsunuz, bizi uyarıyorsunuz ya da türlü talepleriniz oluyor ve bizler de ona göre pozisyon alıyoruz.
Ama sonuçta tarih boyunca iki taraflı bir ilişki oldu bu...
İşte şimdi teknolojideki gelişmeler ilk defa bu modeli baştan aşağı değiştirecek gibi görünüyor. Gazetecilik ilk kez kendi kitlesine ulaşmak için bir aracıya sığınıyor ve bu aracıya haddinden fazla inisiyatif veriyor. Üstelik dünyanın bütün büyük medya kuruluşları da göz göre göre tehlikeye ilerliyor.
Facebook ve haber dağıtım işine girişen Google, Apple gibi firmalar bu işi tekellerine almak üzere. Eskiden sadece medya kuruluşlarına trafik sağlayan Facebook, şimdi doğrudan medyanın kendisini için içerik üretmesini talep ediyor. Diyelim bu yazının link’ini Facebook’ta gördünüz, Sözcü’nün sitesine gittiniz. Yeni modele göre Sözcü (ya da diğer yayın organları) bizzat içeriklerini Facebook’a teslim edecek, bütün içeriği Facebook’tan okuyacaksınız. Tabii neyin görünüp görünmeyeceğine de Facebook’un bir sırdan ibaret algoritması karar verecek.
Trafik o kadar önemli bir gösterge ki, medya kuruluşları Facebook’a kendi gelecekleri için haddinden fazla güç verip teslim oluyorlar. Mesela şu anda size sunduğumuz üründe neyi nasıl göstereceğimize biz karar veriyoruz; hangi haberi büyütüp, İnternet’te hangi başlıkları ön plana çıkaracağımıza...Yeni dönemde en büyük trafik sağlayıcılardan Facebook’un egemenliğinde bu kontrol elimizden gidecek, neyi göreceğinize Facebook karar verecek.
Bütün dünyada kullanıcısı olan global bir şirket olduğundan Facebook her ülkenin medyasının kontrolünü eline geçirecek.
Dünyada medyanın tekelleşmesinden bahsedilip Rupert Murdoch’ın büyümesinden korkuluyordu uzun yıllar.. Şimdi tehlike Murdoch’ın yayıldığı alanların çok daha ötesinde büyüklükte. Bütün dünyada medyada sözü geçen sadece üç firma olduğunu düşünün.
Gazetecilik şimdi gerçek krizi yaşıyor, çünkü tarih boyunca ilk kez kontrol elden gidiyor.

Film afişleri arasındaki benzerlik dikkat çekici.


 

Olağan şüpheli

Gaziantep logosunun arkasından kim çıktı


Gaziantep Belediyesi epey yüksek bir ücretle uyduruk bir logo ve kurumsal kimlik çalışması yaptırmış. Logonun basitliği, hatta İnternet’ten indirildiğine dair çok sağlam kanıtlar gördük.
Haberlerde bir detay dikkatimi çekti: İhaleyi Amerikalı firma almış diye bahsediliyordu. Meğerse Emrah Yücel’in Amerika’daki şirketiymiş.
Yücel kendisini pazarlamasını çok iyi biliyor; öyle iyi biliyor ki gerçekten Hollywood’da sözü geçen Türk tasarımcıymış gibi bizim ülkeyi kandırıp milyonlarca doları cebe indiriyor. Amerika’daki faaliyetleri, Türkiye’den kazandığı paralar ve sırf o yarattığı havayla Türklerden kaptığı işlerin yanında sıfır.



Emrah Yücel adını görünce Gaziantep logosuyla ilgili taşlar yerine oturdu kafamda. Emrah Yücel’in tasarladığı iki filmin afişine gitti hemen aklım... “Güneşi Gördüm” ve “Beyza’nın Kadınları.” Daha fazla bir şey söylememe gerek yok, görün siz karar verin.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.