Atatürk, laik devrimleriyle bu coğrafyada çağdaş bir devlet kurdu, aklın ve bilimin rehberliğinde ulusuna aydınlık yeni bir ufuk açtı. İşte bu, Türkiye’nin Rönesans ufkudur.

Geçtiğimiz hafta bir “entarili doktorun” Türk Medeni Kanunu’nu hedef alan çağ dışı açıklamaları ülke gündemini meşgul etti. Entarili doktor, Türkiye’de son yıllarda egemen olmaya başlayan, çağdaş yaşama düşman, tarikatçı, cemaatçi, bağnaz / yobaz, karanlık bir zihniyettin dışavurumudur. Bu karanlık zihniyetle mücadele etmek için Cumhuriyetin kuruluşundaki o Rönesans ufkuna ihtiyaç vardır.

TAM BAĞIMSIZLIK VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Emperyalist Batı, 400-500 yıllık bir dönüşüm sonunda “özgür akıl”, “pozitif bilim”, “çağdaş sanat”, “aydınlanmış birey”, “örgütlü toplum”, “ekonomik kalkınma” vb. yeni gelişmelerle dünyada mutlak egemenlik kurdu. Batı egemenliği Batı emperyalizmine, Batı emperyalizmi ise “aydınlanma” ve “sanayileşmeye” dayalıdır. Emperyalist Batı’nın, “aydınlanmamış” ve “sanayileşmemiş” geri toplumları sömürmesi tesadüf değildir.



Emperyalizmin panzehri “tam bağımsızlık”tır. Tam bağımsızlığın sürdürülebilmesi için “çağdaşlık” gerekir. Bu gerçeğin farkında olan Batı emperyalizmi, hiçbir zaman sömürdüğü herhangi bir ülkenin gerçekten “çağdaş” olmasını istememiştir. Bu nedenle, Prof. Suna Kili’nin ifadesiyle “Çağımızın geri kalmış, geri bıraktırılmış, gelişmemiş, hangi sözcükle tanımlanırsa tanımlansın, yoksul ama yoksulluktan kurtulma çaba ve amacındaki toplumlarının sorunu ‘kuru bağımsız olma’ çizgisinden ‘çağdaş olma’ çizgisine dönüşmüştür.” (Suna Kili, Atatürk Devrimi, Ankara, 1995, s.4) İşte dünyada bu dönüşümü gerçekleştiren ilk lider Atatürk, ilk ülke de Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Atatürk, daha Ekim 1919’da “tam bağımsızlık” kavramını şöyle tanımlıyordu: “Tam bağımsızlık demek, kuşkusuz siyasal, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür... gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”

Atatürk, tam bağımsızlığın sadece “siyasi bağımsızlık” anlamına gelmediğini çok iyi biliyordu.  Bu nedenle Kurtuluş Savaşı ile kazandığı “siyasi bağımsızlıkla” yetinmedi; maliye, ekonomi, adalet, kültür alanlarında da bağımsız olabilmek için “çağdaş devrimler” yaptı. Çünkü kısa vadede Batı’nın baskısından kurtulup “tam bağımsız” olunsa bile uzun vadede Batı’nın düzeyine ulaşmadan Batı karşısında “tam bağımsız” kalınamayacağının farkındaydı. Bu nedenle “muasır/çağdaş medeniyetler düzeyine ulaşmayı hatta o düzeyi aşmayı” milli bir hedef olarak gösterdi.

MEDENİYETİN COŞKUN SELİ


Atatürk, “çağdaşlaşma” ile  -sanıldığı gibi- Batı’ya benzemeyi değil, Batı karşısında “tam bağımsızlığı” korumayı amaçlıyordu.

Atatürk, tarihten çıkardığı dersle, “Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur” diyordu. (Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, Ankara, 1991, s. 123) Dünyadaki değişime ayak uydurup çağdaş eserler yaratamayan milletlerin “özgürlük” ve “bağımsızlıklarını” kaybedeceklerini söylüyordu:

Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali bütün dünyada tam anlamıyla medeni bir toplum olmaktır. Çünkü dünyada bir milletin varlığının değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser yaratmak yeteneğinden yoksun olan milletler özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdur. Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileriye değil, geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığını gösterenler genel medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim ve fen alanında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur. Yaşamayı ve gelişmeyi sağlayan hükümlerin zamanla değişmesi, gelişmesi, yenileşmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur...(Atatürk’ün Bütün Eserleri, (ATABE), C.16, s. 288)

Atatürk olanca gerçekçiliği ile “medeniyeti” bazen “coşkun bir sele”, bazen “kuvvetli bir ateşe” benzetiyordu. “Medeniyetin coşkun seli karşısında direnç boşunadır ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında Ortaçağ zihniyetiyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya mahkûmdurlar” diyordu. (ATABE, C.17, s. 286) Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona kayıtsız olanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde layık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır” diyordu. (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999, s. 82, 83)

Her bakımdan çağdaş olmadan gerçek kurtuluşun mümkün olmayacağını söylüyordu: “Biz her görüş açısından medeni olmalıyız. Çok acılar gördük. Bunun nedeni dünyanın durumunu anlayamayışımızdır. Fikrimiz, düşüncemiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslam âlemine bakın: Düşüncelerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği değişiklik ve ilerlemeye uyduramadıklarından ne büyük felaketler ve ıstıraplar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız, en nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak zihniyetimizdeki değişmedendir. Artık duramayız çünkü mecburuz.” (Kocatürk, s. 82,83)

Atatürk, çağdaşlaşmanın bir zorunluluk olduğu görmüştü; çağdaş medeniyetin gücü karşısında “Ortaçağ zihniyetiyle ilkel hurafelerle yürümenin” mümkün olmayacağını anlamıştı.

Bilimsel devrim ve Batı’ya yöneliş


Peki ama yüzyıllardır eskimiş kurumlara, katı geleneklere, dinsel yasalara sahip bir “ahiret toplumu” nasıl çağdaş bir görünüm kazanacaktı? Atatürk bunun yolunu da biliyordu; çağdaşlaşmak için “ilim” ve “fen”e uygun hareket etmeliyiz diyordu: “Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir; ilmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemesini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir” sözleri ona aittir. (ATABE, C. 17, s. 44).

Atatürk, her türlü durağan düşünceye, her türlü dogmaya, her türlü hurafeye, her türlü boş inanca karşı, “Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur” diyerek ısrarla “ilim” ve “fen”e vurgu yapıyor; akıl, mantık dışı geleneklere ve kurallara karşı çıkıyordu: “Hiçbir mantıki delile dayanmayan birtakım geleneklerin, kuralların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç, çok geç olur, belki de hiç olmaz. İlerlemede kayıt ve şartları aşamayan milletler hayatı makul ve pratik düşünemez; bu milletler, hayat felsefesini geniş gören milletlerin hâkimiyet ve esareti altına girmeye mahkûmdurlar.” diyordu. (ATABE, C.14, s. 44,45)  

Atatürk’e göre “çağdaşlaşmak” için önce toplumu geri bırakan engelleri ortadan kaldırmak, sonra “akıl” ve “bilim” eşliğinde evrensel kültür-uygarlık değerlerine yönelmek gerekiyordu. Bu durumda Batı’ya yönelmek kaçınılmazdı. En kısa yoldan çağdaş uygarlığa ulaşmanın yolu buydu. Atatürk’ün Batı’ya yönelmesinin nedeni Batı hayranlığı değil, aklın kılavuzluğunda bilimsel düşünüştü. Batı’da özgür akıl, Doğu’da alınyazısı egemendi.

“Efendiler! Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” (Vakit 25 Eylül 1924)


Türk Devrimi ile “çağ dışı olanı atıp çağdaş olanı” aldık. Saltanat, hilafet, medreseler, tekkeler; zaviyeler, tarikatlar, cemaatler, alaturka saat, takvim, ölçü, tartı, Arap harfleri, fes, darülfünun; eski hukuk, eski eğitim vb. 20 yüzyılda artık toplumun ihtiyaçlarını karşılamıyordu, çağ dışı kalmışlardı, hepsi kaldırıldı. Onların yerine meclis, cumhuriyet, üniversite, konservatuvar, fabrikalar kuruldu; Latin harfleri, şapka, kadın hakları; laik hukuk, laik eğitim vb. kabul edildi. Böylece yenilendik, durağanlıktan kurtulduk.

Emperyalist Batı’ya karşı verilen bir bağımsızlık savaşından sonra Batı’ya yönelmek, -bazı kesimlerin sandığı gibi- kendi kültür köklerimizden kopmak veya Batılılaşmak değildi. Çünkü birincisi, kaldırılan saltanat, hilafet, Arap harfleri, eski takvim, saat, ölçü, tartı vb. ulusal kültür köklerimiz değildi, öyle bile olsalar artık çağ dışı kalmışlardı. İkincisi, Batı’dan alınan yenlikler, sadece Batı’nın malı değil, tüm insanlığın ortak uygarlık eserleriydi. Üçüncüsü, Batı karşısında “tam bağımsız” kalmanın yolu bağnazlaşmak değil, çağdaşlaşmaktı. Giyinişiyle, görünüşüyle, düşünüşüyle, yaşayışıyla her yönüyle uygar bir toplum olmadan, çağın ruhunu yakalayıp gelişmek, emperyalist Batılı ülkelerle rekabet etmek ve gerektiğinde onlara karşı direnebilmek mümkün değildi.

Türk Devrimi’nin özü: Laik hukuk, laik eğitim


Atatürk, devrimleriyle siyasette, hukukta, eğitimde, toplumsal yaşamda laikliği benimsedi. Öncelikle “hukuk” ve “eğitim” laikleştirildi. Laik ulus devletin temeli “laik hukuk” ve “laik eğitim”le atıldı.

Atatürk, 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmada Türk Devrimi’nin anlamını şöyle açıkladı: “Türk Devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün birden bire akla getirdiği ihtilal anlamından ileride, ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir.” “Ulus, varlığını sürdürebilmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri sürüp gelen biçimini, niteliğini değiştirmiş; ulus bireylerini ‘din bağı’ ve ‘mezhep bağı’ yerine ‘Türk ulusçuluğu’ bağı ile bir araya getirmiştir.” “Ulus, devrimlerin sonucu olarak... bütün yasaların, ancak dünyalık ihtiyaçlardan doğacağını, bunlar gelişip değiştikçe ona ayak uyduracak bir görüş ve düşünüşün kendisini esenliğe kavuşturacağını... kavramış bulunuyor.” Türk Devrimi’nin özü, Atatürk’ün ifadesiyle “din bağı ve mezhep bağının yerini Türk ulusçuluğu bağının alması” ve “tüm yasaların ancak dünyevi ihtiyaçlardan doğacağının kavranması”dır.

Çağdaş hukuk ve çağdaş eğitimle ümmetten millet, kuldan birey yaratıldı. Atatürk “düşünebilen insanlar” yaratmaktan söz ediyordu. Düşünebilen insan, başkasının aklıyla değil, kendi aklıyla hareket eden bireydir. Kant’ın ifadesiyle aydınlanma “kişinin kendi aklını kullanma cesareti göstermesiyle” başlar. Kendi aklını kullanıp “düşünebilen insanlar” yaratmayı hedefleyen Cumhuriyet, bir aydınlanma hareketidir. Cumhuriyetin “tek tip insan yarattığı” iddiası koca bir palavradır. Düşünülebilen insanların “tek tip” olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Tek tip insan yaratan, özgür iradeye ipotek koyarak bireyin düşünmesini, sorgulamasını engelleyen tarikat- cemaat sistemidir. Cumhuriyet, bu sistemi yıkmıştır.

Atatürk, laik devrimleriyle bu coğrafyada skolastik otoriteye ve dogmatik vesayete son verdi, çağdaş bir devlet kurdu, aklın ve bilimin rehberliğinde ulusuna aydınlık, yeni bir ufuk açtı. İşte bu, Türkiye’nin Rönesans ufkudur. Prof. Cihan Dura’nın ifadesiyle, “Leibniz için yapılan değerlendirmeyi hiç duraksamadan Kemal Atatürk için de yineleyebiliriz: Atatürk ‘Türk düşüncesinin tek yanlı olarak dine yönelişine, Ortaçağ zihniyeti içinde kapanıp kalmasına son vermiş, Türk düşüncesini donmuşluk ve darlıktan kurtarmış; Türk ulusunun, Yeniçağ’ın büyük başarılarına ayak uydurmasını sağlamıştır.” (Cihan Dura, Atatürk Devriminin Temeli Bilimsel Zihniyet, Kayseri, 1999, s. 73)

Kim ne derse desin, Atatürkçü düşünce, Türkiye’nin Rönesans ufkudur. Türkiye’yi ancak bu ufka sahip kadrolar ayağa kaldırabilir.