Afganistan’ın içine düştüğü durumu görüyorsunuz değil mi? Bir ulus olamamanın, bir devlet olamamanın acısını Afgan halkı nasıl yaşıyor? Ne büyük bedeller ödüyorlar? Nasıl badireler atlatıyorlar.

Bugün 30 Ağustos. Büyük Atatürk ve silah arkadaşlarının, ecdadımızın emaneti olan Anadolu topraklarının işgalcilerden temizlerken kazandığı en büyük zaferin 99. yıl dönümü.

Bugün Afganistan gibi bir kaos ülkesi değilsek, bir ulus, bir devlet inşa edebilmişsek Atatürk ve silah arkadaşlarının o gün ödediği bedeller ve atlattıkları badireler sayesindedir.

O nedenle bugün, özellikle hâlâ Atatürk’e düşmanlık eden nankörlere hitaben yazacağım. Aslında yazmayacak, kurtuluş mücadelesini en iyi anlatan büyük ozanımız Nazım Hikmet’in Kuva-yi Milliye Destanı’ndan bölümler aktaracağım.

Hepimiz, o destanın 26 Ağustos 1922 gecesi saatler üçü gösterdiğinde yaşananları anlatan şu bölümünü ezbere biliriz:

“Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: ‘Üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar, ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız
gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”


Oysa o destanın en kıymetli bölümü, 30 Ağustos gecesini ve 31 Ağustos’u yani “Büyük Zafer”i anlatan, son dizeleri siyasetçilerin diline pelesenk olan bölümdür. Lütfen o günü hayal ederek okuyun.

Ey Atatürk düşmanı nankörler!

Siz tekrar tekrar okuyun:

“30 Ağustos’ta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis:
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...


Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki: ‘Teselyalı Çoban Mihail,’
Nurettin dedi ki: ‘Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...’


Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler...


Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
‘Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.


Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...”

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN