Oyuncu-yazar Cem Davran, yeni kitabı ‘Bu Gidiş Gidiş Değil’de insanın hayat yolculuğuna bir ayna tutuyor. Altın Kelebek ödül töreninde “Es geçenler var ama ben es geçmeyeceğim. Bu Cumhuriyeti, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına borçluyuz” diyen Davran’a göre, Atatürk’ün fikrini, ışığını kavramakta bile sınıfta kaldık. Davran ile yeni kitabı üzerinden memleketi konuştuk.
- Hadi kitabın adından hareket ederek sorayım, memleketi nasıl izliyorsunuz, ‘Bu Gidiş Gidiş Değil’ mi, nereye gidiyoruz?
“Bu Gidiş Gidiş Değil” pandemi dönemi sayıklaması aslında. Özellikle Instagram’da insanlarla karşılıklı iletişimimizin parolası gibiydi, sonra bu sayıklamalar bir yazıya dönüştü ve sonunda yazının başlığı ikinci kitabımın adı oldu. Memleketi kendimi bildim bileli izliyorum. 61 yaşındayım, bu kadar sevgisiz, nefret dolu bir dönem hatırlamıyorum ve buna çok üzülüyorum. Elbette bir yerlere gidiyoruz ama bu gidiş gidiş değil bence. Birbirini sevmeyen, yaşam enerjisini yitirmiş, kültürden, sanattan uzak bir meçhule doğru gidiyoruz.
GENETİKTE VİCDAN VAR
- 34 yıl önceyi hatırlatıyorsunuz ve şöyle diyorsunuz: “Biz Aşağıda İmzası Olanlar metninin söyledikleri, Yefremov ve Kalyagin’in sahnemizde kalan izleri ve Aleksander Gelman’ın işaret ettiği vicdanlı, duyarlı birey tarifi yıllar sonra aklıma düştü. Uyuyan yolcunun bugünkü milyonlarca karakteri anlattığını düşünmek, trenin hangi tren olduğunu bilmek, gideceği yeri tahmin edebilmek çok da zor değil. Son istasyonda elimizde sadece vicdanımız kalacak, belki de o bile kalmayacak.” Hadi treni, varacağı yeri, son istasyonu konuşalım?
“Biz Aşağıda İmzası Olanlar” çağdaş Rus Edebiyatı’nın en güzel metinlerinden biri bence. Benim oynadığım trendeki uyuyan yolcu, milyonlarca insanı temsil eden bir dönem karakteri. Tren ve varacağı yer duygusal olarak ve vatan hassasiyetiyle baktığınız zaman endişe veriyor bana, bu sebepten yazdım zaten. Öyle uzun ve karmaşık bir konu ki ancak bir tiyatro oyunu marifetiyle somutlaşabiliyor. Demokrasi nedir, devlet toplum ilişkisi nasıl olmalı, hatta devlet nedir, gündelik hayatın tam göbeğindeki laiklik, hukuk, adalet, eğitim saymakla bitmez, bunların tamamı sorunlu vagonlar, öyle bir tren kısaca. Neredeyse her vagonu lime lime dökülen bir tren ancak meçhule gider, o da iyi ihtimalle. Son durakta elimizde kalması muhtemel vicdan ise hâlâ bana göre tek şansımız. Çünkü bu toplumun genetiğinde çok sağlam bir vicdan köşesi olduğuna eminim.
GENÇLERİ ANLATMAK ZORUNDAYIZ
- Geçen yıl Altın Kelebek’te, “Es geçenler var ama ben es geçmeyeceğim. Bu Cumhuriyeti, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına borçluyuz. Saygıyla, minnetle anıyoruz” dediniz. Bugün Türkiye’de bu borcu ödeyemediğimizi, gereken saygıyı gösteremediğimizi mi düşünüyorsunuz?
Kesinlikle öyle düşünüyorum. Bırakın saygıyı, sevgiyi, fikrini, ışığını kavramakta bile sınıfta kaldık. Herkes bir ucundan tutup bu ülkenin kurucu liderini asla hak etmediği sığ, kaba ve gerçek olmayan bir sofraya oturttu. Yalan yanlış tarih bilgileriyle ihtiyacımız olan bütün doğrulardan uzaklaştık. Böyle şeyleri söylemekten hiç hoşlanmam ama bu konuda dersimi çok çalıştım, çok okudum hem de çapraz okudum, düşündüm, tekrar okudum; Atatürk bu ülkenin başına gelmiş en muhteşem şanstır. Onu ve fikirlerini bugünün çocuklarına, gençlerine en yalın haliyle anlatmak zorundayız.
- Çok iyi bir ifade, kaleminize sağlık: Şimdiki genç gurbet, geleceğin yaralı masalının ilk cümlesi. Peki ikinci cümlesi ne?
Muhtemelen ikinci cümle yeniden başlamak olacak, daha doğrusu tek çare bu olacak. Var olmak dürtüsüne bir anlam kazandırmak isteyen gelecek nesiller, ardındaki boşluğu görünce çaresiz yeniden kök salmaya çalışacak ve bu birkaç jenerasyonu epeyce yoracak.
HER YERDE AYNI KALİTESİZLİK RÜZGÂRI
- Ortadan ikiye bölündük ve bu her iki taraf için de bir körlük oluşturuyor. Sanat dünyasında da var mı bu?
Başlarda ben de aynı şeyi söylüyordum, “Ortadan ikiye bölündük”. Görüyorum ki bu eksik bir tanım. Doğrusu, onlarca parçaya bölündük. Toplam bir körlük olduğu görüşüne katılıyorum. Makul ve barışçı yaklaşımları, sevgiyi, saygıyı eksik etmeden, sözün esiri olmadan, çağın en büyük ticareti olan etkileşim tuzağına düşmeden var olmaya çalışanları nefessiz bırakan bir atmosfer var. Sanat dünyası, spor dünyası vb fark etmiyor, toplumun her yanında aynı kalitesizlik rüzgârı esiyor. Her fikrin, her düşüncenin, her inancın, her duygunun ticareti, açık pazarı oluşmuş durumda, bu alışverişe katılmak istemeyenler de korkaklıkla suçlanıyor. Özellikle gençler için berbat bir hâl bu. Herkesin kendi kurduğu cümleyi diğerine söyletme çabası, artık psikolojik bir sürece, keyifsiz bir iletişimsizliğe dönüştü.
- Mahalleyi anlatırken şöyle bir sözünüz var: ‘Hayatım boyunca sınıf atlama çabaları midemi bulandırdı.’ Sınıf atlama çabası bize ne yapıyor?
Sınıf atlama çabası insana hiç yakışmayan bir elbise. Sadece bireysel değil fazlasıyla toplumsal bir sıkıntı bu. Ülkenin çeşitli dönemlerinde virüs gibi yayılıyor, yeterli tahribatı yaptıktan sonra dinlenip beslenme sürecine geçiyor. Köşeyi dönmek arzusunu hatırlayın, hatta yetmişlerin köyden kente göç meselesini, benzeri bütün çabalar sonunda toplumsal çılgınlıklara, özünü yitirmiş, köksüz bireylerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Esasen bugünü dün olmadan, dünü hatmetmeden kavramak mümkün değil. Açık seçik görebiliyorum, şimdinin yerine yurduna karar veremeyen köksüz kalabalığı, yakın geçmişin sınıf atlama histerisinin bir sonucu. Hayal ettiği güce kavuşunca eline yüzüne bulaştırması da bundan. 50 yıl öncesinin işçi memur çocuklarının bir bölümü bu tuzağa düştü, oysa o harika orta sınıf ülkenin can damarıydı, şimdi yok oldu. Akademik incelemeye hâlâ fazlasıyla muhtaç bir konu bu.
- ‘Benden farklı düşünenlerle, benim gibi inanmayanlarla, benim gibi yaşamayanlarla daha iyi anlaşıyorum.’ diyorsunuz. Bu tam da kutuplaştığımız bir ortamda şahane bir duygu olmalı...
Belki de en çok kafa patlattığım konu bu son yıllarda. Benim gibi olmayanlara güven duymaya gayret etmek, benim gibi inanmayan, benim gibi yaşamayanları kadim komşuluk hukuku üzerinden anlamaya çalışmak iyi hissettiriyor bana. Bari bunu ıskalamayalım diyorum içimden. Doğup büyüdüğüm mahallemi ziyaret ederim ara sıra. Her yerde olduğu gibi eskilerden fazla insan kalmadı ama birkaç çocukluk arkadaşım hâlâ oralarda. Bir tanesiyle yüz seksen derece farklı düşünen iki insana dönüşmüşüz zaman içinde. Annelerimiz babalarımız yakın arkadaştı, biz aynı dünyanın çocuklarıydık ama arada ne olduysa bambaşka düşüncelerin içine düşmüşüz. Mesela şimdilerde bu mesafeyi kapatmaya çalışıyorum, elli yıllık komşuluk hissine sarılarak, aynı sokaklarda dizlerini parçalayan iki çocuğun masumiyetine güvenerek. Umarım daha da netleşir bu konu kafamda kısa zamanda, sonra da uzun uzun yazarım. Belki de bu kanaldan yazmak istediğim romana varırım, kim bilir, belki de…
Ayşe Barım için üzülüyorum
- Cumhurbaşkanı’nın sözüdür: “Sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” Siyasetin kuramadığı sosyal ve kültürel iktidarı nasıl anlıyorsunuz?
Hangi maksatla söylendiği çok açık ama daha da önemlisi iktidar sözcüğü. Benim dünyamda her zaman sıkıntılı bulduğum ve hep uzak durduğum bir kelime bu, iktidar. Bana göre iktidar halktır, diğeri sınırlı sürede parayı kullanma yetkisi diye de anlaşılabilir ama bu bölümü ilgi alanıma girmiyor. Kalan kısmında yani sosyal ve kültürel alanda iktidar olmanın benim sözlüğümde karşılığı yok.
- Son olarak Ayşe Barım’ın tutuklanmasıyla birlikte yaşananları bir sanatçı olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Bambaşka sektörel tınlamalarla başlayan ama kimsenin anlam veremediği bir mecraya taşınan acayip bir konu. Ayşe Barım’a çok yazık olduğunu düşünüyor ve onun için üzülüyorum açıkçası. Konunun ve içeriğinin uzağında olsam da korkutucu şekilde yalnız bırakıldığını da görebiliyorum. Dilerim adalet yerini bulur ve özgürlüğüne kavuşur.