Sene 2010...
Ahmet Türk’e yumruk atıldı. Yüzümü başka tarafa çevirip, görmezden gelmektense, oturup yazdım. Açılım saçmalığıyla pkk’nın şımartıldığını, terörün meşru hale getirildiğini, kalaşnikof’un mayın’ın adeta demokratik hak kabul edildiğini, bunun karşılığında toplumda öfke biriktiğini anlattım. Yumruk atan kişinin “eşkıya” olduğunu, kahraman olmak için kendisini “adaletin tokmağı” yerine koyduğunu anlattım. “Hukuku guguk haline getirirsen, ona göre başka buna göre başka işletirsen, olacağı budur” dedim.

*

Şak... Derhal hapse tıkılmam için hakkımda suç duyurusunda bulunuldu. Ne tekzip, ne tazminat, direkt hapis cezası istendi.

-

(Halbuki... Bizzat Selahattin Demirtaş, bu meseleyle alakalı olarak aynı şeyleri söylemişti. “Toplumun kutuplaştığını, açılım’la birlikte Kürtlerin kendisini daha fazla öteki, Türklerin kendisini daha fazla tehlikede hissettiğini” belirterek, “artık iki tarafta da öfkeli gençlik var” demişti. Selahattin Demirtaş’ı alkışlamışlar, benim hakkımda suç duyurusunda bulunmuşlardı.)

*

E haliyle, suç duyurusunda bulunan kim acaba diye merak ettim. Sordurdum. Diyarbakır Barosu eski başkanıydı.

*

Savcılar incelemeye başladı. Mevzu adalete intikal ettiği için, bekledim, tek satır yazmadım. Ben beklerken... Basın tarihimizde görülmemiş bir linç kampanyası başladı. Ne kadar yalaka, liboş, dönek, tetikçi varsa, koro halinde saldırıya geçti.

*

Bugün hdp’yi terörist ilan eden akp medyası, o zamanlar açılımcı’ydı, Apo’nun sevdalısıydı. Bugün akp’yi diktatör ilan eden cemaat medyası, o zamanlar yandaştı, akp medyasıyla saf tutuyordu.

*

22 gün saldırdılar... Irkçı dediler, faşist dediler, ebleh dediler. Ekrana çıkıp “Yılmaz Özdil’i niye öldürmüyorlar” diye akıl veren bile oldu. Patronuma hitaben mektuplar yazıldı, derhal işten atılmam istendi. Başka gazetelerin benimle hiç alakası olmayan haberlerini kupür olarak yayınlayıp, “bu haberleri Yılmaz Özdil yaptırdı” diye, iftiralar atıldı. Saatlerce televizyon programları yapıldı, demokrat pozlarına bürünen süzme şerefsizler, yazmadığım yazıları sanki yazmışım gibi anlattı. “Genelkurmay’ın adamı” olduğumu söyleyen oldu, “İsrail ajanı” olduğumu, “Rum dönmesi” olduğumu iddia edenler oldu. O dönemde televizyona çıktım, “Rum demişler ama, aslında babam Finlandiyalı, annem Saksonyalı” dedim. Buna inanıp, “bak gördünüz mü, hıristiyanmış” diyen gerizekalılar bile oldu.

*

(O sırada çalıştığım Hürriyet gazetesinin okur temsilcisi, “yumruk yazısıyla basın ahlakına aykırı davrandığımı” yazdı. Basın ahlakından bahseden bu arkadaş, aslında basın ahlakının temel şartını ihlal etmişti, çünkü, bu yorumu yazmadan önce tarafların görüşünü alması gerekirdi, benimle hiç konuşmadı, görüşümü sormadı, infaz etti.)

*

(Basın Konseyi, hakkımda işlem başlattı. Benden “savunma” istedi. Kendi kendilerine gelin güvey olmuşlardı. Çünkü, basın konseyi üyesi değilim, gazeteciler cemiyeti üyesi değilim, basın kartım bile yok, almadım, kullanmam. Savunmamı isteyecekse, savcı ister, başkasının haddine değil... Cevap bile vermedim.)

*

Uzatmayayım, hukukun baskı altına alınması için ellerinden geleni yaptılar. Bana en az 10 sene vermeyecek savcının-hakimin “olsa olsa Ergenekoncu” olacağını bile yazdılar. Sabırla bekledim.

*

Neticede... Hem Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, hem de İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı “yazıda suç unsuru yok, dolayısıyla kovuşturmaya gerek yok” kararı verdi.

*

Savcılık kararında... “Yazı okunduğunda, yazarın suçu ve suçluyu övmek, ya da halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek kastıyla hareket etmediği açıkça anlaşılıyor, ülkede yaşanan çelişkilerin altını çizdiği açıkça anlaşılıyor, gazetecilik mesleğinin gereğini yapıyor” denildi.

*

Haysiyet celladı çoktu ama, çok şükür, namuslu savcıları da vardı bu memleketin.

*

Ve, kaderin cilvesine bakın ki...

*

Diyarbakır Barosu’ndan düşünce özgürlüğüne fırlatılan bumerang, döndü dolaştı, beş sene sonra, Diyarbakır Barosu’nu vurdu!

*

Diyarbakır Barosu’nun eski başkanı, görüşlerini ifade eden gazeteciyi, akp’nin desteğiyle hapse tıktırmaya çalışıyordu. Şimdi... Diyarbakır Barosu’nun yeni başkanını, görüşlerini ifade ettiği için, akp’nin desteğiyle hapse tıkmaya çalışıyorlar.

*

(Tahir Elçi’nin görüşlerine katılmıyorum. PKK terör örgütüdür... Bir baro başkanı olarak, ağzından çıkanı kulağının duyması lazım. Ama, görüşleri vicdana aykırı bile olsa, silaha bulaşmamış birini sırf görüşünü dile getirdi diye tutuklamaya kalkmak, normal değildir.)

*

Zurnanın zırt dediği yere, yani en başa dönersek...

*

Asılsız suçlamayla beni hapse tıktırmaya çalışan, Diyarbakır Barosu eski başkanı, Sezgin Tanrıkulu’ydu. Pkk’lıların resmi avukatıydı. Yeni chp’de milletvekili yapıldı, genel başkan yardımcısı yapıldı.

*

Pkk avukatıyken kendisi gibi düşünmeyenleri mahkemeye veriyordu, şimdi, yeni chp kimliği altında düşünce özgürlüğünden dem vuruyor!

*

Umut Oran, Süheyl Batum, Ali Özgündüz, Atilla Kart, Emine Ülker Tarhan, Birgül Ayman Güler gibi yurtseverler tasfiye edilirken, Sezgin Tanrıkulu baştacı edildi. Asrın iftirası, kumpas davası Ergenekon’da müdahildi, Ergenekoncularla mücadele etmenin demokrasi mücadelesi olduğunu söylüyordu. Şimdi, Mustafa Balbay’la Tuncay Özkan’la İlhan Cihaner’le yan yana oturuyor. Ekstra hazin tarafı... CIA’in gölge istihbarat örgütü Stratfor’un belgelerinde “TR 705” koduyla yeraldığı, “uzun zamanlı konsolos kontağı” olarak kaydedildiği ortaya çıktı!

*

(Halka bu gerçekleri anlatmayalım diye, Halk tv’de ambargo uygulanıyor. Seçimden sonra... “Özgür basın” ayaklarıyla Halk tv’de yaşanan kepazelikleri isim isim yazmak boynumuzun borcu.)

*

Demem o ki... Memleketin temel sorunu, asla katılmasak da, Tahir Elçi gibi görüşlerini ifade edenler değildir. Sezgin Tanrıkulu gibilerdir. Ve onu, Mustafa Kemal’in partisine monte eden zihniyettir.
CHP’yi geri almadan, Türkiye’yi geri alabilmek mümkün değildir.