“Mahrumiyet ve zorluklar içindeki ve tek dayanakları namus ve haysiyetleri olan orduların kumandanlarını ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ diye niteleyip teşhir etmek ‘ne büyük ahlaksızlık’ ve ‘ne sefil vicdansızlıktır.” (Atatürk, 25 Mart 1919)

Geçtiğimiz hafta, Akit Tv’deki bir programda Akit Gazetesi Haber Müdürü Murat Alan -parmak sallayarak- aynen şöyle dedi: “O hizaya gelmeyen omuzu çatal bıçak setli apoletli generalleriniz var ya hepsi şimdi Erdoğan’ın arkasında saf tutuyor. Oynaya oynaya eşşek gibi saf tutacaklar!
Bu sözlere karşı Milli Savunma Bakanlığı, Milli Savunma Bakanı ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı “şiddetle kınıyoruz” şeklinde özetlenebilecek açıklamalar yaptılar.
Geçmişte de komutanlara saldıran gazeteler ve gazeteciler oldu. Örneğin, bundan tam 100 yıl önce, 1919’da, Hukuki Beşer gazetesinde, Türk Ordusu’nun şerefli komutanlarına ağır hakaretler edilmişti. Osmanlı Harbiye Nezareti’nin ve Osmanlı Hükümeti’nin sessiz kaldığı o çirkin saldırıya, o günlerde Türk Ordusu’nun şerefli komutanlarından Mustafa Kemal Paşa cevap vermişti.

Mustafa Kemal Paşa


ÖNCE SUBAYLARI ÖLDÜRÜRLER

Atatürk, 31 Temmuz 1920’de Afyonkarahisar’da subaylara yaptığı konuşmada “kuvvet ordudur” diyordu: “Her durumda ordu, düşmanlarımızın birinci saldırı hedefi oldu. Orduyu yok etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. (...) Düşmanlarımız herkesten önce subayları öldürür, onları aşağılar ve hor görürler.” (1)
Gerçekten de işgalciler, her şeyden önce orduyu yok etmek istemişti. Mondros Mütarekesi’ne göre asayişi sağlamak ve sınırları korumak için gerekli askerler dışındaki tüm ordu derhal terhis edilecekti. Böylece Mütareke öncesinde 400000 mevcutlu Türk Ordusu, mütareke sonrasında 50000’in altına düştü. Jandarma, Dâhiliye Nezaretine (İçişleri Bakanlığı’na) bağlandı. Harbiye Nezareti’nin (Savaş Bakanlığı’nın) bütçesi kısıldı. Harbiye Nezareti’nin telefon sayısı bile azaltıldı. Askeri Muafiyet Vergisi kaldırıldı. Savaştan kaçan asker ve subayların cezaları ertelendi. İşte Türk Ordusu’nun yok edilmeye çalışıldığı o günlerde İstanbul’da bazı çevrelerde müthiş bir asker ve subay düşmanlığı başladı. Mesela Nigehban Cemiyeti, kurmaylar hakkında hakaret dolu yazılar yazdı. (2)

Hukuki Beşer Gazetesinde ‘Esbabı Mucibeli Suallerden’ başlıklı 6 soruluk yazının 3. sorusunda ordu komutanlarına ‘ali sefiller’ ve ‘haydutbaşlar’ diye hakaret ediliyor. (Hukuku Beşer, 24 Mart 1919)


KOMUTANLARA HAKARET

Mütareke günleri asker, sivil tüm yurtseverlerin sudan bahanelerle tutuklanıp Bekirağa zindanlarına hapsedildiği veya Malta’ya sürgün edildiği günlerdi. İttihatçılar yargılanıyordu. O günlerde I. Dünya Savaşı yenilgisinin sorumlusu olarak görülen İttihatçılara ve subaylara hakaret ediliyordu.
İşte o ortam içinde Mevlanzade Rıfat’ın Hukuki Beşer gazetesinde “Damat Ferit hükümetine gerekçeli sorular” başlığı altında seri makalelerle geçmişin hesabı soruluyordu.
24 Mart 1919 tarihli Hukuki Beşer gazetesindeki “Üçüncü soru” şöyleydi: “Kağıt paranın güya geçerli olmadığı yerlerde, ordu ve mülkiye memurlarının ihtiyaçları için milyonlarca altın ve gümüş para basılarak bazen vagon vagon, ordu komutanı denilen ‘ali sefillere, daha doğrusu haydutbaşlarına’ teslim edildi...” (3)
Görüldüğü gibi burada, şerefli ordu komutanlarına -hiç ayrım yapmadan- “ali sefiller” ve “haydutbaşları” diye hakaret ediliyordu.
Kuşkusuz ki o gün bu yazıyı pek çok ordu komutanı okudu. Ancak bu yazıya tek bir ordu komutanı tepki gösterdi. O komutan, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’ydı.



Atatürk, 24 Mart 1919’da tüm ordu komutanlarını “hırsızlıkla” suçlayıp komutanlara, “ali sefiller” ve “haydutbaşları” diye hakaret eden yazıyı okur okumaz kaleme sarıldı. Bu alçakça iftiraya ve hakaretlere karşı hemen bir dilekçe yazıp Harbiye Nezareti’ne başvurdu.
Atatürk dilekçesinde şöyle diyordu:
(...) Bu ifade ile ordu kumandanlarının ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ ve dolayısıyla orduların ‘haydut’ oldukları ilan edilmiş oluyor. Müdafaalarına hiçbir vakit lüzum görmeyeceğim bazı şahıslara taş atmak isterken, vatan ve millet için tam bir saflık ve masumiyetle ve her türlü mahrumiyet ve zorluklar içinde namuslu vazifesini hakkıyla yapan Osmanlı ordularını ‘haydut’ ve aynı mahrumiyet ve zorluklar içindeki ve tek dayanakları namus ve haysiyetleri olan söz konusu orduların kumandanlarını ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ diye niteleyip teşhir etmek ‘ne büyük ahlaksızlık’ ve ‘ne sefil vicdansızlıktır.’

Atatürk’ün Harbiye Nezareti’ne gönderdiği dilekçe Zaman Gazetesi’nde ‘Reddi Müftereyat’ (İftiraların Reddi) başlığıyla yayımlandı. (Zaman, 25 Mart 1919)


Osmanlı ordularını, onun namuslu kumandanlarını bu şekilde teşhir edebilmek kabiliyeti ancak vatan ve milletin mahvolup dağılmasını arzu eden ‘bir alçakta’ bulunabilir. Ben, Fevzi Paşa, Nihat Paşa, Yakup Şevki Paşa, Ali İhsan Paşa, Cevat Paşa vb. gibi namus ve istikametlerinden asla şüphe edilmeyecek olan ordu kumandanı arkadaşlarımın bu rezilce teşhire karşı ne diyeceklerini bilemem. Yalnız kendi adıma ve hesabıma bildiririm ki, benim (...) başlarında bulunmakla iftihar ettiğim kahraman ordular, haydutlardan değil, soylu Osmanlı milletinin namuslu evlatlarından oluşuyor. ‘O sefil müfteri’ şunu da kesin olarak bilmelidir ki ben, hiçbir vakitte vagon vagon altın teslim alan ‘sefil’ ve ‘haydutbaşları’ndan değilim. Dolayısıyla Harbi Umumi içinde komuta ettiğim Anafartalar Grubu, İkinci Ordu, Yedinci Ordu ve en sonunda Yıldırım Orduları Grubu ve şahsım adına bu namussuzca iddiayı red ve sahibini tel’in ederim. ‘Bu müfteri’ hakkında gereken kanuni işlemin yüksek nezaretinizce uygulanmasını istirham ederim.” (4)
Görüldüğü gibi Atatürk, Türk Ordusu’nun fedakar komutanlarına “sefil” ve “haydutbaşı” diye hakaret edilmesinin “ahlaksızlık” ve “sefil vicdansızlık” olduğunu söylüyor. Türk Ordusu’nun “haydutlardan” değil, milletin “namuslu evlatlarından” oluştuğunu belirtiyor. Komutanlara hakaret eden kişiye “o sefil müfteri” diye sesleniyor. Bu “namussuzca iddiayı” reddedip iddia sahibini “tel’in ettiğini” ifade ediyor. “Bu müfteri” hakkında yasal işlem yapılmasını istiyor.
Ne gariptir ki Harbiye Nezareti, bu dilekçeyi dikkate alıp gereken kanuni işlemi yapmak yerine, dilekçeyi Türk ordularına hakaret eden o gazeteye gönderdi.
Atatürk’ün bu dilekçesi, 25 Mart 1919’da Hukuki Beşer, Alemdar, Vakit, Yeni Gün ve Zaman gazetelerinde yayımlandı.
Komutanlara hakaret karşısında genelkurmay, hükümet, savcılık ve diğer komutanlar susarken tek bir kişi, Atatürk konuştu.
Ancak yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, gazeteyi çıkaran Mevlanzade Rıfat, “hakarete uğradığını” belirterek Atatürk’ü mahkemeye verdi.



Atatürk, İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için hazırlıklar yaparken bir gün bir mahkeme celbi aldı. Asıl hakarete uğrayan ordu komutanları ve kendisi olduğu halde “hakaret sanığı” olarak mahkemeye çağrılıyordu.
Sonra neler olduğunu bizzat Atatürk’ten dinleyelim:
Yaman çatmıştık! Aklımı başıma topladım. Kumandan değildim. Siyasi bir şey de yapamazdım. Hukuk çareleri bulmalı idim. Bu mahkemede bulunmak isterdim. Fakat o zamanki İstanbul gazetelerinin en aşağısı ile karşı karşıya gelmek çok gücüme giden bir şeydi. Bundan başka davanın, bazı yüksek politikacılar tarafından tasarlanan bir plan neticesi olduğunu da düşünüyordum. Ne yaparsam yapayım mutlaka mahkum olacaktım...”
Atatürk düşünüyor taşınıyor; avukat Sadettin Ferit Bey’i davet ediyor. Kendisine durumu anlatıp fikrini soruyor. Sadettin Ferit Bey, “Dava önemlidir. Mahkum olma ihtimaliniz vardır!” diyor. Atatürk gülerek, “Amma yaptın canım! Ben hiç de mahkum olma niyetinde değilim!” karşılığını veriyor. Bunun üzerine Sadettin Ferit Bey, “Elbette! Müsaade ederseniz davacının vekili ile konuşayım” deyince Atatürk şunları söylüyor: “Hayır, müsaade edemem. Ben haklı olduğumu biliyorum. Davacının avukatıyla görüşmeye ne lüzum var? Bu iş yolumun üstüne çıkan bir dikendir. Biraz daha zamana ihtiyacım var. Davayı lehime de kazanmanızı istemiyorum. Yalnız bana zaman kazandırabilir misiniz?” Sadettin Ferit Bey, Atatürk’e söz veriyor ve verdiği sözü de tutuyor. Birkaç defa mahkemeye gidip davayı dağıtıyor. Atatürk’e zaman kazandırıyor.
Atatürk, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a doğru hareket ettiğinde dava hâlâ bitmemişti. (5)



6 yıl sonra...
Tarih: 22 Eylül 1925... Günlerden salı...
Atatürk, Ertuğrul yatıyla Mudanya’ya geçiyor.
Bir ara Atatürk’ün gözü yatta bulunan Avukat Sadettin Ferit Bey’e ilişiyor.
“Sadettin Bey” diyor. “Hatırlıyor musun? Sen bir davadan ötürü benim vekilimdin. İstanbul’da benim aleyhime bir ceza davası açmışlardı. O dava ne oldu? Beni mahkum ettiler mi?”
Hayır Paşam!” diyor Sadettin Ferit Bey.
Atatürk, kendisini dava edeni hatırlayamayıp adını soruyor.
Atatürk’ün hatırlamadığı o kişi Mevlanzade Rıfat’tı. (6)
Mevlanzade Rıfat, bütün ayrılıkçı Kürtçü hareketlerde yer almış, Milli Mücadele’deki ihanetleri nedeniyle 150’likler listesine alınıp yurt dışına sürülmüştü. 1922’de bir Yunan albayla San Remo’ya gidip orada “kaçak padişah” Vahdettin’den para sızdırmıştı. Ayrıca 1929’da Halep’te basılan “Türkiye İnkılabının İç Yüzü” adlı kitabında Mili Mücadele’yi Padişah Vahdettin’in planladığı yalanını ortaya atmıştı. (7)

Mevlanzade Rıfat


Uzatmayalım...
Demem o ki! Dün, Atatürk karşıtı Mevlanzade Rıfatlar Türk Ordusu’nun şerefli komutanlarına hakaret etmişti. Bugün de onların “fikir artıkları” komutanlara hakaret ediyor.
Dün, komutanlara yapılan hakaretlere karşı tüm yetkililer sessiz kalmış, sadece Atatürk konuşmuştu. Bugün yetkililer sessiz kalmamalı. Nasıl cevap vereceklerini bilmiyorlarsa yüz yıl önce Atatürk’ün verdiği cevaba baksınlar.

DİPNOTLAR, KAYNAKLAR


1- Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.9, s. 112,113.
2- Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, C.1, 2. bas. İstanbul, 1992, s. 218.
3- Sadi Borak, Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları, 2. bas, İstanbul, 1998, s. 218. Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.1, Ankara, 1993, s. 183,184, Akşin, age, s. 218,219.
4- Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 2, s. 297, 298. Borak, age, s. 219. Sarıhan, age, s. 183,184, Akşin, age, s. 219.
5- Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Ocak 1998, s. 118-120.
6- Borak, age, s. 222.
7- Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6. bas, Ankara, 2007, s. 75, 232 vd.