O gün pazardı. Amin Maalouf’un tanımlamasıyla eski değil “geçmiş” bir arkadaşımla sinema için sözleşmiştik. Vizyondaki filmi hatırlamıyorum. 27 yıl boyunca hiç de merak edip hatırlamaya çalışmadım. İlginç midir bu ayrıntı, fikrim yok. Evet o pazar, gayet aheste hazırlanırken telefon çaldı. Annemin sesi dizlerinin bağı çözülmüş bir insanın sesiydi. “Uğur Mumcu’yu öldürmüşler” dedi. Evi, yaşadığım eve çok da uzak sayılmayacak Uğur Mumcu ile ilgili haberi 400 km uzaktan almanın şaşkınlığı, aldığım haberin dehşetiyle  “Nee” diye sesimin yükseldiğini hatırlıyorum. “Televizyonu aç” dedi annem. Ve kapandı telefon. Sersemlemiştim. Televizyonu açtım. Geçmekte olan altyazı dehşet vericiydi. Sonra ağır çekim bir filme döndü hayat. Evden çıkıp taksi durağına nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Adının hakkını o gün de vermiş olan Karlı Sokak’a girdiğimizde, gördüklerim karşısında mideme art arda yumruklar yemiş gibi oldum. Tarifsiz bir acı, öfke, keder, isyan sokağı dolduran ve giderek büyüyen kalabalığın yüzünde cisimleşmiş, akacak yer arıyordu.

Öyle donmuş, çevreye bakıyordum. O sıralarda çalıştığım Ekonomik Panorama dergisinde yayımlanacak röportaj içindi binaya ilk gelişim. Gazeteciliğinin başında, genç bir muhabirdim. Cumhuriyet’teki tarihsel kırılmayı konuşma isteğimi geri çevirmemiş, çalışma odasına konuk etmişti. Sohbetimiz sürerken  inançlı bir yüz ifadesiyle atıfta bulunduğu Joan Baez’in “We Shall Overcome” şarkısı, sayfa başlığımız olmuştu. (İnternet denilen ağ dünyayı küçük, sefil bir köye dönüştürmemişti henüz. Sakladığım ciltler arasında yıllarca, umutsuzca arayıp bulamayınca, sonra Milli Kütüphane’nin yolunu tutup öyle bulmuştum yaptığımız röportajın izini.) Ne gazeteciliğe başlama sebebimin hukuk öğrencisiyken okuduğum “Suçlular ve Güçlüler” kitabı olduğunu söylebilmiştim o söyleşide kendisine, ne de muhabirliğe başladığım ilk yılda toplumu Altan Öymen ile birlikte) gazetecilik çalışmasıyla haberdar ettiği hayali ihracatın bir başka dosyasını Yargıtay’da izleyip temyizini haberleştirdiğimi. Hâlâ hayıflanırım. Ama inanın bunun da zerre önemi yok.

Neyin önemi var derseniz, “Bazı ülkelerde bazı kimselerin devleti soymak için politikacı kılığına girdiğini, partilerde parlamentoda boy gösterdiğini, yüzlerine devlet adamı maskesi takıp halkı soyduklarını, yolsuzlukların cinayetlerin birbirini izlediğini, ellerin kolların bağlanıp götürüldüğünü, Allaha çok şükür ki memleketimizde böyle çeteler olmadığını” hep ondan öğrenişimizin önemi büyüktür.

“Türkiye’deki tarikat, siyaset ve ticaret üçgenini, İslamcı ideoloji ve tarikatların yasaları aşan ayrıcalıklara sahip olduğunu, laikliğin devlet eliyle yok edildiğini, bunun içinde askeri rejimin de yer aldığını, tarikatlere ve cemaatlere alınan genç çocukların 30 yıl sonra general olacağını ve Cumhuriyet’e karşı ayaklanacaklarını” da ondan okumamızın da önemi çok ama çok büyüktür.

Uğur Mumcu’nun yolu yolumuzdur.

27 yıl sonra daha da genişlemiş, uzamış olarak üstelik. Onun katli aydınlatılamasa da; Milli Eğitim’in cemaatlere, tarikatlere teslim edildiği, Yolsuzluk Algı Endeksi’nde Türkiye’nin 180 ülke arasında 91. sıraya gerilediği, bir yıl içinde 13 puan birden düştüğü, bu puanla, dünyadaki yolsuzluk algısının örneğin Suudi Arabistan’ın, örneğin Katar’ın altına indiği bir dünyada, Uğur Mumcu’nun ışığı yolumuzu çok daha güçlü aydınlatmayı sürdürecektir.