Geçen hafta sorduğumuz “Müslümanlar yaşadıkları krizden kurtulmak istiyorlar mı?” sorusuna, hem büyük fotoğraf hem de ülkemizde tartışılan sözüm ona “dindar siyaset” ve onun desteklediği dini yapılar üzerinden cevaplar aramamız gerekir. Öncelikle şu tespiti yapalım: Üç bin yıllık devlet geleneği olan Türk Milleti’nin ‘kendine özgü’ din anlayışını görmezden gelmek abesle iştigaldir. Son yıllarda bu doku ile oynanıyor ve Hanbelilik/Selefilik anlayışı dikte ediliyor. Türkler, İslam’ı seçerek ulvi bir gayeye hizmet etmeyi nasıl amaç edinmişse, son üç yüz yıldır Batılılaşma hareketlerine yüzünü çevirerek gelişmiş uygarlıklarla aynı düzeyde olmayı kendine amaç edinmiş tek Müslüman ülkedir, ikincisi yoktur. Medeniyet ve kültür oluşturmada yetenekleri de Araplardan farklıdır. İbn-i Haldun, Arapların beceriksiz ve kaba olduklarını, ele geçirdikleri şehirleri ve medeniyetleri harap ettiklerine dikkat çeker. Bunun örneklerini günümüzde de gördük.

Keza müstemleke ülkelerin vatana, bayrağa, özgürlüklere, insan haklarına, kadın haklarına, din-vicdan özgürlüğüne bakışı ile tarih boyunca özgür yaşamış toplumların bakışı da bir olamaz. Nerede karnım doyuyorsa orası vatanımdır anlayışını Türklerde bulamazsınız. Geçmişinde ata binen, kılıç kuşanan Türk kadınının kılık kıyafeti ve toplumsal ilişkileri de Ortadoğu coğrafyasında yaşayan kadından farklıdır. Türk erkeğinin kadına bakışı ile Arap erkeğinin kadına bakışı da kıyas kabul etmez. Ensar muhacir kardeşliği anlatılırken, çokça örnek verilen Sad b. Rabi’nin Abdurrahman b. Avf’a “git bak, iki eşimden hangisini beğenirsen onu boşarım, iddet süresi bitince onunla evlenirsin” sözünü ancak Arap kültürü içinde anlayabilirsiniz. Bunu ne Türkün örfü kabul eder ne Türk erkeği lafını ettirir ne de kendisini bir eşya yerine koyan bu anlayışa Türk kadını onay verir. Uzatmayayım, benzer pek çok örnek verilebilir. Demem o ki, dini ve dini yorumlama faaliyetini toplumun kültüründen bağımsız düşünemeyiz. Ekonomik ilişkiler ve bunlar etrafında biçimlenen üretim ilişkileri (alt yapı) siyasi, hukuki, fikri, ahlaki, dinsel (üst yapı) tüm yapıları belirler. İktidarların rolü de bu noktada yadsınamaz. Alt yapı ile üst yapı arasında duran siyasi güç, üst yapının belirleyicisi olabilir, ancak gelişmiş ülkelerde gidişatı daha çok alt yapı belirler. Geri kalmış ya da yeterince kurumsallaşmayı becerememiş ülkelerde yönetici erk dini de düşünceyi de hukuku da istediği gibi yönlendirir. Bunları dikkate aldığımızda Ortadoğu’nun içinde bulunduğu krizden kurtulması pek mümkün görünmüyor. Halklar yokluk ve yoksunluk içinde yüzerken, saltanat merkezli İslam, yöneticilerin refahına, konforuna, sarayına, destekçilerine hizmet eder. Saltanat merkezli İslam’ın olduğu hiçbir ülkede eleştirel düşünce gelişmemiştir; haliyle hukuk yoktur, bilim yoktur, sanat yoktur. İbn-i Haldun “coğrafya kaderdir” derken tam da bunu kasteder.

Cumhuriyetle birlikte din, devlet işlerinden ayrıştırılarak, saltanatın boyunduruğundan kurtarılmış ve din kendi alanına yönlendirilmiştir. Böylece dinin, devletin ve halkın içine nifak tohumu ekmek isteyen dahili ve harici mihrakların en önemli ve sorgulanamaz aracı olmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Gelgelelim tarihten ders alınmadığı gibi tarih olamayacak kadar yakın dünden de ders alınmamış olmalı ki, devletin, mahiyetinden uzaklaşmış ve baskı grubu haline gelmiş tarikat ve cemaatlerle olan mesafesi müphem olduğu kadar dinin halen siyasi propaganda ve bazı politikalara meşruiyet aracı olarak kullanıldığı da sarihtir. Diğer yandan bir dinin çıktığı coğrafyanın ve hatta çıktığı zamanki kültürünü mensuplarına empoze edebileceği aşikardır. İslam özelinde din ile Arap kültürünün karışmasının temeli budur. Bu noktada Diyanet’in görevi nedir; haftaya tartışalım.